“Büyüklere Masallar…”:Azrail'i Beklerken

Özlem Tuğçe KAYMAZ profil resmi

Kategorisi : Vizyon Filmleri

Yayınlanma tarihi : 29.06.2012

Etiketleri : Azrail'i Beklerken, Persepolis, Marjape Strapi, minyatür, animasyon, Fransız filmi, İKSV, Film festivali, Poulet Aux Prunes-Chicken With Plums



-Minyatür- bir dünyada geçmişin gölgesinde bir şimdi

 

Sinemanın sadece sinema olmayışı ve insanı derinden etkileyen en etkili sanat dallarından biri yapan şey sadece duyulara hitap ediyor olması değil, anlatım dilinin çok kuvvetli ve etkin olmasıdır. Son zamanlarda vizyona giren filmler arasında “sanat” yapıtı denilebilecek; yani birçok özelliği ve disiplini bir arada bulunduran film bulmak oldukça zor. Ancak 2007 senesinde Persepolis filmi ile gerek anlatım dili gerekse de haklı mücadelesiyle birçok mesajı doğru yere iletmiş olan yönetmen Marjape Strapi’nin son filmi olan Azraili Beklerken- Poulet Aux Prunes-Chicken With Plums- yumuşak anlatımı ve derin hikayesiyle bu boşluğu oldukça net bir şekilde dolduruyor.  İlk olarak 2012 senesinde İstanbul Film Festivalin’de seyirciyle buluşan film yönetmenin önceki filminden farklı olarak birçok sanat disiplinini bir araya getiriyor.  Bu yazıda öncelikli olarak film anlatımında minyatür sanatının önemine değineceğim, sonrasında Azrail’i Beklerken filminin minyatür ile birleşen eşsiz anlatıma değineceğim.

 

Sanatı ve sanatın parçalarını birçok formada aynı anda görmeye alıştığımız bir dönemdeyiz. Teknolojinin gelişimiyle birlikte sanat kendi içinde çok daha zengin bir yapıya kavuşurken disiplinler arası etkinin de artmasıyla sinema birçok farklı yapıyı barındırır hale geldi. Sadece teknolojinin ve farklı sanatların bir araya gelmesi değil iletişimin sınırlar ötesine geçmesiyle de kültürel etkileşimde sinema üzerinde etkili oluyor. Bu bağlamda belli bir millete ya da ırka ait bir sinema anlayışından bahsetmek olanaklı değilken geleneği ve geleneksel sanatları sinema sanatının özgün dilinin oluşmasında, bağımsız ve yol gösterici bir olgu olacağını belirten Eisenstein “ Kendi adıma sinemamızın hiç de ana babasız olmamasından soydan soptan yoksun bulunmamasından geçmişten yoksun kalmamasından geçmiş çağların geleneklerinden ve varsıl ekin kalıtından eksik kalmamasından her zaman mutluluk duymuşumdur ” (Eisenstein, 1985: 308) der.  Yani sinema içinde var oldukları kültürlerin değerlerinden, dillerinden ve söylemlerinden, tarihlerinden etkilenmekle kalmaz, onun izlerini taşırken de sürdürebilirliğini ortaya koyar. Bir başka deyişle; anlatı türleri içinde bulundukları toplumun sosyal, siyasal, ekonomik ve psikolojik yapısı içerisinde şekillenirler ve o yapıyı yeniden üretirler.

 

Bu anlamda da kültürler değişebilir bir birinden etkilenebilir ve farklılık gösterebilir ancak Barthes’ın da özellikle dille hakkında düşüncelerinde belirttiği gibi; sözlü ya da yazılı eklemli dille, durağan ya da devingen görüntüyle verilebilen anlatı masalda, destanda, güldürüde, dramda, resimde, vitrayda, gazete haberinde, konuşmalarda sonsuz sayıda biçim altında, her zaman, her yerde ve her toplumda yer almaktadır (Barthes, 1993: 83 ).  Sinemada ilk yıllarda görüntü analizi üzerinde çalışılırken doğu sanatlarına dönüp bakıldığında karşılaşılan anlatım biçemi olan yöntemler sanatın çeşitliğini ortaya koymuştur. Bunun sonucunda da farklı alanların bir araya gelmesiyle; hem görsel işitsel-bir iletişim aracı / sanat olarak sinema ve hem de görsel iletişim araçları / sanat olarak hat, ebru ve minyatür birer anlatı metni olmuştur.

 

 

Sanatın ve sinemanın tek bir gelenekten gelmediği gibi öncesini de reddetmesi ya da yepyeni bir şeyden bahsediyor olması mümkün değildir. Yani bugün izlediğimiz tüm filmler Lumiere Kardeşlerin filminin tekrarı hatta kopyasıdır diyebiliriz. Bu anlamda sinema bitmiştir ancak, anlatım dili, teknolojinin gelişmesi, hikâyelerin farklılığı, benzer hikâyelerin farklı bakış açıları sinemayı ve diğer sanat dallarını da yaşayan bir yapı haline getirmiş ve günümüze kadar taşımıştır. Genel olarak sanat biçimleri oluşturmada yaygın kural, daha önce oluşturulmuş biçimlere çağın gereksinimlerine uygun bir yön vermek, özgün bir ayrım kazandırmaktır. Çok bireysel bir düzeyde sanki yepyeni bir icatmış gibi görünen biçim ve düzeyleri şöyle bir kurcalarsanız, bunların daha önce yapılmış olanlara bağlı bulunan yanlarını görebilirsiniz- Sanat yapıtları da tıpkı düşünce sistemleri gibi belli geleneklerde temellenir- yargısı boşuna değildir (Tansuğ,1982: 72).

 

Toplumsal açıdan ise; kültürel değer yargılarının ve benzerlikleri ya da ayrım noktaları sanatın ve sanat yapıtlarının evriminin aydınlatılmaya çalışılması doğru sonuçlar vermeyebilir. Ancak özellikle belirtmek gerekir ki toplumsal yapının elemanlarının evrim sürecinde, baskın olan kesimlerin kültür ve geleneğinin yeni oluşmakta olan toplumsal kesimlerin sanatsal ve kültürel biçimlerini etkilemesi söz konusudur. Ama bu etkiyi salt sosyoekonomik yapının temellendirdiği formülasyonlara indirgemek olası değildir.  

 

Kültürlerin sanat üzerindeki etkisi toplumun sonraki nesillerine miras kalan sanat eserlerini daima etkilemiştir. Bu anlamda da en önemli örnekler biri İslam inanışı ve kültürünün özellikle Osmanlı ve Osmanlı’nın hakim olduğu topraklarda yeşeren sanat eserlerinin özellikleridir.

 

7. ve 8. yüzyılda İslam devletleri fetih yaptıkları coğrafyalarda “imgeleri” yani suretleri yasaklamıştır ancak bu sanatın bitmesine neden olmamıştır. Kendilerine betimleme izni verilmeyen doğulu sanatçılar hayal güçlerini biçim ve motifleri geliştirmekte kullanmışlardır. Süsleme ve bezemelerin çeşitliliği, doğu halılarındaki renk düzenlerinin denge ve uyumu sanatçının aklını gerçek dünya yerine çizgi ve renklerden oluşan bir düş dünyasına yönlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Bazı Müslüman mezhepler imge yasağı karşısında daha esnek olmuşlar, figür resimleri ve yazılı metinleri süsleme resimlerinin ya da görsel

açıklamalarının (illüstrasyonların) yapılmasına izin vermişlerdir (Gombrich, 1992: 144 ).

Tasvir yasağı getirilen Türk sanatçısı da benzer bir yöntem ve açılımla motif, süsleme ve biçim arayışına girişmiştir. Halı, hat, ebru, çini, tezhip, minyatür, orta oyunu, gölge oyunu, kukla gibi geleneksel Türk sanatlarının formlarının oluşmasında toplumsal yapının inanış kültürü etkili olmuştur.

 

Böylece gerçekmiş yanılsamasını oluşturan Batı kökenli dramatik anlatı yapısının karşısında kolektif bilincin öne çıktığı doğu toplumlarının anlatım üslubu olan epik anlatımın yer aldığı görülmektedir. “ Bu üç temel unsurun birliği (zaman, mekân ve eylem) doğrudan doğruya dramanın perspektife dayalı anlatısını kurar ve seyirciyi o anda, orada olduğuna dair gerçeklik yanılsamasına sürükler. Her şey önünde olup bitmektedir ve bu da, ‘inandırıcılık’, ‘dramatik gerilimi’ meydana getirir ”(Ünal, 2008: 35).

 

Bu bağlamda da hat, minyatür gibi anlatım yöntemleri yıllar sonra sinema gibi önemli görsel anlatımları etkilemiştir. Özellikle Türk sinemasının usta yönetmeni Metin Erksan’ın ilk yıllarında bu anlatım biçimi etkili olmuştur. Yani minyatür sanatının perspective yapısı sinemanın yapısını etkilemiştir.

 

2000’li yıllara geldiğimizde Marjane Satrapi’nin anlatım dili sinemaya hem neşeli hem de manidar yeni bir bakış açısını kazandırdı. Persepolis filmi ile İran devrimini eleştiren ve kendini ifade eden yönetmen aldığı ödüllerle adından sıkça söz ettirmişti. 2012 senesine geldiğimizde ise çok benzer bir anlatım dili ile karşımıza çıkan yönetmen bu sefer anlatım dili geliştirmiş ve animasyonu, minyatürü, klasik sinema dilini bir araya getirerek müzikli, dramatik, insanın içine dokunan bir hikâyeyi kendi romanından yola çıkarak seyirciyle buluşturdu. Daha önce belirttiğim gibi anlatım biçimi kültürlerden ve bölgelerden etkileniyordu ve Satrapi bunu çok iyi kullanan yönetmenlerden biri.

 

Azrail’i Beklerken filmi; müzik konusunda üstat olan bir kemancının kendi içinde dramatik hayat hikâyesi. Böyle söylendiğinde oldukça basit gözüken film, ilk önce ana karakterden uzaklaştırıyor seyirciyi. Nedensiz ve anlaşılmaz şekilde antipatik gözüken ana karakter Nasser, filmin sonlarına doğru içli ve acınır bir karaktere dönüşüyor.

 

Son derece neşeli bir anlatımı olan film dört mevsimden oluşuyor. Son baharda başladığımız ve evin solmuş çiçekleri ile kurumuş yaprakları arasında ölümü bekleyen Nasser’ın geçmişine yolculukta önce kışa, sonra ilkbahara sonra yaz aşkına ulaşıyor. Sonunda başladığı noktaya kışa dönen film bu anlatımıyla; İlk Bahar Yaz Son Bahar Kış ve İlk Bahar’ı Kim Ki Duk’u anımsatıyor. Sadece Güney Kore sinemasından değil usta yönetmen Bergman’ın Yedinci Mühür filmindeki Azrail’i de bir kez daha hatırlatıyor. Yaz mevsiminde yaşanan dramatik aşk hikâyesi ve imkânsızlığıyla özellikle yağmur sahnelerindeki ağır çekim ve tele lens kullanımı ile yarattığı atmosfer ile Wong Kar-Wai’nin In the Mood For Love filmine de bir saygı duruşunda bulunan film son derece etkileyici bir son ile seyirciyi hüzne boğuyor.

 

Öncesinde çekilmiş filmlerin karakterleri ve anlatımlarından etkilenen film aslında mevsimler ve dönemler geçişinde minyatüre ve animasyona başvuruyor. Bu anlamda yenikçi ve son derece naif bir film olan Azrail’i Beklerken, İran ve doğu sanat anlayışı minyatürü modernizm ile buluşturmakla kalmıyor, Fransız klasik film anlatımını da etkileyerek naif, renkli, kontrastı belirgin, durağan kamera hareketleri ile göz yormayan bir sinematografi sunuyor.

 

Karakterler üzerinde de hassasiyetle durulduğu belli olan filmde; Nasser yani keman virtüözü, müziğe olan aşkını doğaya geri dönüş ve doğanın varlığını hissetmek olarak nitelendiriyor ve gerçek aşkı da o zaman anlıyor. Ya da bir başka değişle gerçek aşkı bulduğu zaman müziğine de gerçek anlamda kavuşuyor. Mutsuz bir aşk hikâyesi, başarı içerisindeki bir başarısızlık öyküsü, yetenekli bir müzisyen, kötü bir baba, ilgisiz bir eşin temsili olan Nasser hiçbir zaman kendi hayatını yaşayamamış bir yenik kahraman aslında.  Filmin renkli anlatımdaki hüznü ve dramatikliği ayakta tutan bu yenik kahraman minyatür sanatının alan derinliği olmayan yapısının animasyonla zenginleştirilmiş haliyle birleştiğinde son derece canlı bir hal alıyor.

Geleneksel anlatım biçimlerinin modernle buluştuğu film içerik olarak yeni bir şeyler söylemiyor olsa da yeni bir anlatım biçimini ortaya koyuyor.

 

Bir başka değişle, Berger’in değindiği üzere; günümüz -resimsel canlandırma çağı- olarak betimlenmektedir. Bu anlamda da günümüzde artık resimsel anlam yalnızca kendine ait değildir, aynı zamanda bir yerden bir yere aktarılabilme özelliğine sahiptir. Bir resim film makinesiyle yeniden canlandırılarak film yapımcısının savını doğrulayan ya da onun çıkarlarına, isterlerine hizmet eden bir malzeme olabilir diyerek geçmiş dönem sanatlarının (Berger, 2005: 26-27) geleneksel görsel kültür öğelerinin çağdaş sinema anlatımına uyarlanmasıyla ilgili yaklaşımını vurgulamaktadır. Bu söylemi Azrail’i Beklerken filmine uyarlarsak film; geçmişi sadece içerik olarak perdeye taşımakla kalmıyor, biçimi ve disiplinler arası anlatımıyla da sinemanın önemini gösteriyor. 

 

KAYNAKLAR

 

  • Altyazı Aylık Dergisi. (2007).  Bir Varmış, Bir Yokmuş: Persepolis, (27) İstanbul: Mithat Alan Film Merkezi.
  • Barthes, R, (1966). Göstergebilimsel Serüven. Mehmet Rifat & Sema Rifat (Translated by). İstanbul: YKY. (original book published in 1985).
  • Barutçugil, H. (2007). Türklerin Ebru Sanatı.  Ankara: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı. 
  • Berger, J., (2005). Görme Biçimleri. Yurdanur Salman (Translated by).  İstanbul: Metis Yayınları. (original book published in 1972).
  • Çiçekoğlu, F. (2001). Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler. İstanbul: Bağlam Yayınları. 
  • Eisenstein, S. (1985). Film Biçimi, Nijat Özön (Translated by). İstanbul: Payel Yayınevi . (original book published in n.d.)
  • Gombrich, E.H. (1992). Sanatın Öyküsü. Nedrettin Cömert (Translated by). İstanbul: Remzi Kitabevi . (original book published in n.d.)
  • Kongar, E. (1993). Kültür Üzerine. İstanbul: Remzi Kitabevi.
  • Refiğ, H. (1971). Ulusal Sinema Kavgası. İstanbul: Hareket Yayınları.
  • Seyide Parsa (2004). Göstergebilim Çözümlemeleri. İzmir: Ege Üniv. Basımevi. 
  • Tansuğ, S. (1982). İnsan ve Sanat. İstanbul: Altın Yayınları.   

 

Bülten kaydı için tıklayınız