Belleksiz mekanlar; Ekümenopolis
“Ekolojik eşikler ve nüfus eşikleri aşılmış. Sosyal ahenk bozulmuş”.
İşte neoliberal kentleşmenin fotoğrafı: Ekümenopolis.”
“İkamet edenin izleri de mekana nakşolur”… Walter Benjamin*
Mekanlar kişilerin bellekleri gibi hayatlarını depolayan yerlerdir. Bu anlamda da, insanlar yaşadıkları yerleri kendilerine benzetir ve mekanlar o insanların anılarını barındırır. Modern mimarinin gelişmesiyle birlikte mekanlar hafızalarını kaybetmeye başlamış ve bireysellik göz ardı edilmiştir. Mimari insan “ahlakı” üzerinde etkin olmuştur. Bu yüzden hijyenik mekanlar insanları “ahlaklı” yapar olgusu üzerinden şehirler yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda da Türkiye de TOKİ (Toplu Konut İdaresi Başkanlığı) şehirlerin yeniden düzenlenmesi adına kentsel dönüşüm projeleri başlatmıştır. Bu yazıda öncelikli olarak 1980’ler de Dünya’da ve Türkiye’de yaşanan kentleşme olgusuna ve sonrasında ise Ekümenopolis filmi ile kentsel dönüşüm projeleri ve planlarına karşı insanların tepkileri ile yeni kurulan hayatların bellek algısını nasıl etkilediğine değineceğim.
1980’lerde dünya ekonomisinde yaşanan neoliberal değişim ve buna paralel olarak hız kazanan küreselleşme süreci, bütün dünya kentlerinde köklü bir değişimi beraberinde getirmiştir. Ekonominin baskısıyla göç olgusu çok daha etkin olurken, planlama ve planlı kentleşme alışkanlığının olmadığı İstanbul’da da neoliberalizmin insan yerine kentsel rantı ön plana çıkartan yaklaşımı maalesef yöneticiler tarafından şuursuzca uygulanmış ve herkes bu yağmada kendine bir pay kapma peşine düşmüştür. Sonuç olarak ortaya insan yaşamını tehdit eden sorunlar yumağıyla debelenen 17 milyonluk bir gece/megakondu ortaya çıkmıştır.
1980 sonrası uygulanan politikalarla sermayenin kentsel gelişmeye kayması sürecinde, büyük şehirlerde “yeni kentler” oluşumuna gidilmiş, üretken sektörlerden kent mekânına sermaye akışı devlet stratejilerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. 1980 öncesinde sanayiye öncelik veren devlet stratejileri, ithal etme politikaları sona erip, dışa açık gelişme modeline geçişle birlikte, getirim (çıkar- rant) sektörlerini ve özel olarak da kent mekânını çarpıcı biçimde daha karlı hale getirmiştir. Yatırım olanaklarının artması sonucunda İstanbul bir kimlik değişimi yaşamış ve sanayi şehrinden finans ve hizmet şehri haline gelmiştir. Ancak bu sadece yatırım değil, yatırım sonucunda insan gücüne bağlı olarak göç olgusunu da beraberinde getirmiştir. Bunun sonucunda da gecekondu kavramı bir nevi doğmuş ve baş edilmesi gereken ancak seçim zamanlarında göz yumulan bir olgu haline getirilmiştir.
Sanayileşmenin geliştiği ve hizmet merkezlerine yakın yerler göç olgusuyla birlikte gece kondu mekanlarına dönüşürken araziler, kimi manzaralı olan kimi ise otoyollara yakınlığı ile kıymetliyken bir rant olma özelliği kazanmıştır. Bu durum baş edilemez bir hal adlığında ise bu rant arazilerinin üzerinde yaşayan insanların hayatları yok sayılarak, bir çok kanun ve özel yatırımcı ile desteklenen Toki, “kentsel dönüşüm” projeleri başlatarak yeni bir kent yaratmaya çabasına girdi.
Özellikle 1984 senesinde kabul edilen Toplu Konut Kanunu ile kent mekanları çok daha kapsamlı bir değişim ve gelişim sürecine girerken, 2008 senesinde yapılan son güncellemelerle TOKİ kent planlarının kendi içinde özerk ve sosyal bir yapıya sahip projeler geliştirmeye yetkisi kazanmıştır (http://www.toki.gov.tr/html/tanitim/kanun.pdf). Küreselleşme dalgası ile yayılan ve yüceltilen “yeni yaşam biçimleri” konut sektöründe hedef kitleyi “yeni zenginler” haline getirmiştir. Bu noktada özel sektör konut yerleşmeleri projeleriyle sürece dâhil olmuş, pazarlama ile yükselişe geçen bireysel talep ve ihtiyaçlar yatırım adına fırsatlar olarak değerlendirilmiştir. Bütün bu faktörler bugün literatürde “korunaklı yerleşmeler” (gated communities) olarak anılan yapının biçimlenmesinde etkili olmuştur. Korunaklı yerleşmeler sosyal donatıları sadece yerleşim içinde yaşayanlar tarafından kullanılabilen, kamusal alanın özelleştirildiği yerleşimler olarak tanımlanmaktadır (Alver, 2007, 9).
Bu bağlamda, gelir dağılımdaki uçurumlar nedeni ile mekansal ayrışmalar giderek artmış, diğer yandan ise rezidanslar, plazalar yükselişe geçmiştir. Bunun yanı sıra Toki planları doğrultusunda şehrin dış çeperlerinde insan depoları gibi kullanılabilecek “hijyenik” siteler inşaat edilmiştir. Günümüze geldiğimiz ise kent merkezindeki hizmet sektörüne dahil insanların yaşam alanları bir rant haline gelmiş ve kentsel dönüşüm projeleri kapsamında el değiştirmektedir.
İstanbul’da gelir dağılımında yaşanan eşitsizliklerin artışı toplum içinde yaşanan kutuplaşmayı da aynı oranda etkilerken; gelir dağılımındaki eşitsizliklerin, politik ve sosyal anlamda ayrışmanın var olduğu İstanbul ile kıyaslandığında düzenli mülkiyet sistemleri, sosyal konut projelerine yapılan önemli yatırımlar ile Alman ve İsveç kentlerinde mekânsal anlamda kutuplaşma eğilimi daha düşüktür (Töre&Som).
Bu dönüşüm projelerinde bir anlamda “ıslah” edilen bu alanlara gökdelenler ve “hijyenik” hayatlar inşaat etmeyi vaat eden şirketler, “yaşam mimarı” olma iddiası taşımaktadırlar. Bu bağlamda da yeni hayatlar inşa eden belediyeler aslında İstanbul’da yaşayan insanlar arasındaki gelir dağılımını ve yaşam standartlarını çok daha büyük uçumlar haline getiren firmalar ve devlet tekeli olan Toki geleceğin sağlıklı çocuklarını yetiştirmek adına bir kaos yaratmaktadır.
Buna benzer bir durum; 1954 yılında Amerika’da Pruitt Igoe adında bir site projesi devlet eliyle hayata geçirilmiştir. Bu proje gece konduların tam tersi, muazzam büyüklükte ve simetride binalarla birlikte, içinde yeşil alanları bulunan her dairenin güneş alabileceği son derece düzgün binalardan oluşmaktaydı. Oldukları yerde sürekli sorun çıkaran ve şehrin merkezinin görüntüsünü ve huzurunu bozan insanların bu bölgeye taşınma kararı çıkaran devlet bir süre sonra bu bölgedeki suç oranının artışını ve olayları engelleyemediği için evleri boşaltıp dinamitlerle bu siteyi yıkmıştır (Artun, Nur: Bellek ve Mekan, 2012, Ders notları).
Bu kapsamda Ekümenopolis filmi de benzer bir proje ve yapıtları eleştiren, şehrin geleceğini bir nevi hijyenik mekanlara-evlere- hapsedilen insanların bakış açılarından yeni şehri- İstanbul’u yani nam-ı diyar Ekümenopolis’i eleştirmektedir. Film; bu yapılan projeleri ve yapıtları eleştiren bir şehrin geleceğini bir nevi bu hijyenik mekanlara-evlere hapsedilen insanların bakış açısından yeni Ekümenopolis’i analiz etmektedir.
Ucu olmayan “hijyenik” kent: “İstanbul”
Kent bilimci; Doxiadis’in oluşturduğu ve kullandığı Ekümenopolis aslında kelime anlamı olarak kendinden önce oluşmuş kelimelerin türevi olarak işlev görmektedir. Bu bağlamda;
Polis: Şehir
Metropolis: Büyük şehir
Megapolis: Daha büyük bir şehir
Ekümenopolis: Korku ve kabus ifadesiyle yaşanamayacak kalabalıkta ve büyüklükteki şehir. ** Yani, ekümenopolis; nüfusu 30 milyonu aşmış, her tarafı betonlaşmış, havası, yeşili, suyu tükenmiş, hormonlaşmış bir başka değişle kanserli bir kent haline gelmiş bir şehri tarif ediyor ki bu nokta İstanbul’un Çılgın Projesinin, İstanbul nüfusunu 30 milyonu aşan ve gelişmişliğini artıracak vaadini kullanmak sanırım yanlış olmaz.
Ekümenopolis filmi aslında üç ana bölümden oluşuyor. İlki üçüncü köprü projesi, ikincisi kentsel dönüşüm projesi, üçüncüsü ise İstanbul’un çılgın projesi. Bu anlamda benim üzerinde durmayı planladığım bölümü oldukça geniş bir yer alan kentsel dönüşüm projeleri hakkındaki söyleşiler ve görüntüler. Bu kapsamda kentsel dönüşüm projeleri ile insanların aidiyetlerinin işgali ve sonucunda da bu yeni rant alanlarına inşa edilen ve planlanan “yeni sağlıklı nesillerin” yuvaları hakkında bir eleştiri oluşturmak.
Kentsel dönüşüm projeleri aslında bir dönüşümün değil, yaşam göçünün ifadesi. Çünkü insanlar sahip oldukları “evlerde” yeniden yaşabilir halde, dönülebilir halde bulabilecekleri bir şekilde ayrılmıyorlar ya da koparılmıyorlar. Sosyal imkanlarından, iş olanaklarından, alışkın oldukları kültürel yapılardan çok daha uzaklara taşınarak, aidiyetlerini ve bu yerlerdeki kişisel belleklerine ait dokulara, kokulara, tatlara veda etmek zorunda bırakılıyorlar. Bu noktada ise koparıldıkları bu yerleşim alanları çok büyük projelere ev sahipliği yaparak biraz daha üst sınıfların hizmetine sunuluyor ve bu üst ve üst-orta sınıfın sağlıklı bireyleri-nesilleri- için yaşam alanı haline getiriliyor.
“Değişen ölçeklerde inşa edilen, üst-orta ve üst sınıflara hitap eden ve sunulan hizmetler açısından farklılıklar gösterseler de, temelde kendilerini seçkinlik, dışarı kapalılık, alternatif yaşam tarzı ve özelleştirilmiş altyapı ve hizmetler üzerinden pazarlayan ‘korumalı- korunaklı- siteler’, belki de İstanbul’da kentsel yaşamın nereye doğru evrildiğini gösteren en somut örneklerdir” (Kurtuluş, 2005: 161-187). Derken Kurtuluş, bu projelerin sadece kentin iç dinamiklerinin değişimine değil, yeni sosyal yapıya da dikkat çekmekte ve oluşabilecek uçurumların tehlikelerini işaret etmektedir.
Yeni standartlar getirerek, sağlıklı nesillerin yetişmesini vaat eden siteler hakkında aslında bir nevi “yüksek kültürden” bahsedebiliriz. Ancak bu sitelerin toplumun her kesimine eşit koşullarda hizmet vermeyi vaat ettiklerini düşünürsek bir popüler ürün haline geldiğini ve bu standartların bu bağlamda üretimi kamçıladığından bahsedebilir. Yeni standartlara çabuk uyum sağlayan ve bunu talep eden kitleler, sektörün bu alanda çok daha hızlı ilerlemesine neden olmaktadır. Sorgusuz tüketimin önemini vurgulayan Adorno, bu anlamda yeninin, –yeni- standartların talep edilirliği ve bu bağlamda da kabulünü eleştirmektedir (Adorno 1990).
Ekümenopolis filmi ise bu yenilikleri “yeniliklere” maruz bırakılan kişilerin gözünden anlatırken, tüketimin bir parçası haline gelen yeniliklere ayak uydurma isteği yaratılan bu insanların yaşadıkları problemlere ışık tutuyor. Yani bu insanlara çok ciddi bir gelecek ve konfor vaad ediliyor, ancak onların sözlerinden ve ifadelerinden şu anlaşılıyor ki, zorunlu göç ettirilen ve ekonomik olarak zor durumda bırakılan bu insanlar, Toki’nin kendileri için hazırladığı; sağlıklı, güvenlikli, şehir merkezine 40 km uzaklıktaki, hijyenik yaşam alanlarında ev sahibi olmak adına borçlandırılan insanlar. Bu açıdan da ekonomik özgürlükleri yaşam alanlarından çok uzaklara götürülmek istenmeleri yetmediği gibi üstüne üstlük bu alanlarda ev sahibi olmaları içinde borçlandırılıyor ve ödememeleri durumunda evlerinden olma tehlikesiyle yüz yüze bırakılıyorlar.
Bir başka önemli nokta ise bu insanların yeni yerleşim yerlerine ayak uydurmada yaşacakları problemlerin göz ardı eliyor olması. “Modern mimariye” yabancı bu insanlar, kendi günlük hayattaki alışkanlıklarını daha önce yaşadıkları yerlere bırakmak zorunda kalıyorlar ve ekmek kazandıkları işlerini kilometrelerce uzakta bırakmak zorunda bırakılıyorlar.
Filmde ilginç sahnelerden biri de Ayazma bölgesinde yaşayan ancak bir inşaat şirketi tarafından evlerinden edilen insanların şuan nerede yaşadıkları hakkında inşaat şirketinin sahibinin görüşleri sorulurken bir anda onların nerede yaşadıklarını bilmediği ortaya çıktığı an. Yani bu insanların sosyal çevrelerinden koparıldıkları yetmediği gibi bir de bu insanlara ne olduğu ya da ne olacağı hakkında da en ufak bir çalışma, araştırma da yapılmıyor.
Bu projelerin çocuklar üzerindeki etkisine de bakacak olursak, belki sağlıklı koşullar altında yaşabilecekleri bir yer vaad ediliyor olsa da tüm sosyal çevreleri, arkadaşları dağınık halde farklı farklı yerlere serpiştiriliyor ayrıca bu çocukların okuma hakları da bir anlamda ellerinden alınıyor. Birçoğunun gittiği yeni okullara ayak uyduramadığı için okullardan ayrıldığı da filmde birkaç kez belirtiliyor. Yani bir anlamda bu çocukların geleceği adına “kaş yapayım derken, göz çıkartılıyor”.
Filmin belki de en önemli ve sinematografik açıdan da en açıklayıcı sahnesi ise bir tekerleğin yokuş aşağıya yuvarlandığı sahne. Sekansı kısaca tarif edecek olursam; bir tekerlek yokuş aşağı hızla dolana dolana inerken, yokuşun sonundaki elektrik direğine çarpıp sekiyor ve farklı bir yöne gitmeye başlıyor. Aslında bu metafor bir anlamda her şeyi anlatıyor çünkü yapılan planlardan, insanlara verilen sözlerden çok daha farklı noktalarda şuan yaşanan durumlar ve hayata geçirilen projeler. Bu anlamda da bu metaforik görüntü bir şeylerin yolunda gitmediğini ve hatta o planlanan şeyin de hiçbir zaman yolunda olmadığını bunun sonucunda da bir yere çarpıp patlayacağını gösteriyor. Tıpkı filmde birçok mimar ve mühendisin de belirttiği gibi İstanbul bu projelerle bir kaosa sürükleniyor ve bunun önüne maalesef geçilemiyor.
Filmin de değindiği bir başka unsur ise bu yeni yaşam alanlarının ve hijyenik geleceklerin etik ve toplumsal bir yapının oluşumuna yardımcı olmadığı gibi mevcut ekolojik dengeleri her iki açıdan da bozmakta olduğu. Bookchin’in kentsiz kentleşme diye adlandırdığı ve içinde dengelerin varlığını yitirdiği, modenizmin kentleri yuttu bunun sonucunda da insani değerlere ve dokusal geçmişin kaybedildiği kentler ve kentçikler oluşturulmaya başlanmıştır. Ancak bu durum daha önce de belirttiğim gibi İstanbul’un 10 yıl sonrası için sadece bir kaosun ön senaryosunu oluşturmakta.
Filmin ve bu son projelerin bence önemli problemi, insanların sosyal hayatlarından, yaşamlarından kendilerini ait hissettikleri yerlerden koparıldıklarında sadece, para kazandıkları yerlerden uzaklaşmış olmuyorlar, kişisel belleklerine ait bir yerden de koparılmış oluyorlar. Sözde sağlıklı yaşam alanlarına kapatılarak, toplumun geriye kalan kısmından bir anlamda utançla ayrıştırılarak benliklerinden, kendileri oldukları mekanlardan ve o mekanlara ait hafızlarından kopartılıyorlar.
Bir başka filmden örnek vererek hem ilk filmin, hem bu yeni yapısalcı “sağlıklı” yaşam alanlarının hem de mekan ve bellek ilişkisinde aslında bu göçlerin ne kadar büyük bir sosyal yaraya ve aidiyetsizliğe neden olduğunu vurgulamak istiyorum.
Bıçak Sırtı (Blade Runner) filminde androidlerin duygu dünyalarının ve anılarının olmadığını hatırlatmak istiyorum. Bir tür hatırlama, anlama ve deneyimleme hali içinde insanlaşmaya çalışıyordu filmdeki androidler. Uykuları sırasında onlara aktarılmış yani onlara ait olmayan hafızalarla, yapılandırılmış bir geçmişle “insan” olmaya, insanın bir çeşidi olmaya çalışıyorlardı. Dokulara, kokulara, geçmişe bir aidiyetleri yoktu ama olmasını istiyorlardı. Yönetmen Ridley Scott androidlerin insan olma/olamama olgularını gözler önüne sererken insanı insan yapan olgunun geçmişe ait hisleri, hafızası, belleği, dokular, kokular olduğunu gösterir.
Mekan ve bellek ilişkisinde hijyenik mekanlar; koparıldıkları “tekinsiz” yerler, sağlıklı gelecekler yeni bir mekan oluşturma ve bu mekanın da “saflığını” iddia etmekten ortaya çıkmaktadır. Ancak gelecekte mekanlar ortadan kalkarsa mekan açısından da saf hafıza, kişisel hafıza, benlik ve aidiyet de ortadan kalkacak.
Sonuç olarak, Mekanlar saf hafızadan kurtulur ve arınırlarsa, insanlar insan olma özellikleri kaybedebilir ve “insanlık” yok olabilir. Bu anlamda da çok distopik bir bakış açısı belki de ancak aidiyetin olmadığı mekanların ortaya çıkmasıyla kimliksizlik ortaya çıkacak. Herkes aynı ve herkes android olacak. Ekümenopolis’ler, yeni kentler –sağlıklı- nesillerle bunu vaad ediyordur belki de.
KAYNAKÇA
- Alver, Köksal. 2007. Siteril Hayatlar, Kentte Mekansal Ayrışma ve Güvenlikli Siteler. Ankara: Hece Yayınları
- Gans, Herbert J. 2007. Popüler Kültür ve Yüksek Kültür, İstanbul: YKY.
- Kurtuluş, Hatice. 2005. İstanbul’da Kapalı Yerleşmeler: Beykoz Konakları Örneği. Yay. Haz. Hatice Kurtuluş. İstanbul’da Kentsel Ayrışma, (s. 161-187). İstanbul: Bağlam Yayınları.
- Tekinalp, Şermin. 2006. İletişim Araştırma ve Kuramları, İstanbul: Beta.
- Işık, Emre&Şentürk, Yıldırım. Özneler, Durumlar ve Mekanlar. Toplum ve Mekan: Mekanları Kurgulamak. İstanbul: Bağlam Yayınları
- *”Paris, Caiptal of the Nineteenth Century”, 1986, Reflections, New York, s 155
- ** http://www.doxiadis.org/files/pdf/ecumenopolis%20tommorow's%20city.pdf
- Artun, Nur. 2012. Bellek ve Mekan, Ders notları, Kadir Has Üniversitesi
- http://www.ekumenopolis.net/#/tr_TR
Tweetle