Mon Oncle: Modernizm İçinde Bir ‘İnsan’

Perihan MURAT profil resmi

Kategorisi : Dünya Sineması

Yayınlanma tarihi : 28.03.2012

Etiketleri : Fransız Yeni Dalgası, Jacques Tati, Modernizm, Makineleşme


Sinema, yaşadığı dönemin ekseninde kendi açtığı pencerelerle yoluna devam etmektedir. Sinemada akımları oluşturan  nedenlere baktığımızda altında yatan sosyal ve ekonomik yansımaların şekillendirdiğini görebiliriz. Dünya sinemasına özellikle II.Dünya Savaşı sonrası değişen sinema anlayışıyla bir birini tetikleyen sinema akımları doğmuştur. Avrupa sinemasının temellerinide de kuramsal olarak gelişimin öncüsü olan Fransız Yeni Dalgası bu akımlardan biridir.

Savaştan sonra dünyada süper güç olarak ortaya çıkan iki devletin kutuplaştığını söyleyebiliriz. Bunlar Amerika ve Sovyetler Birliğidir, iki ayrı kutbun oluşturduğu bu dönem soğuk savaş olarak uzun süre devam etmektedir. Dünya genelinde ortaya çıkan sosyal ve ekonomik değişikler bir çok ülkenin yıkımını beraberinde getirmiştir. Fransa’da savaşın maddi ve manevi olarak revizyona ihtiyaç duymuş ve ülkenin içinde bulunduğu bu zor dönemler tarihsel olarak farklı etkileri beraberinde getirmiştir. Yeni Fransız Sineması da bu karmaşık sosyolojik  ve ekonomik yapının bir arada olduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır. Akımın doğuşu bir zorunluluk tarihsel bir tesadüfe işaret etmez. Yeni dalganın en var olma koşulları  yazınsal bir alt yapıya sahip olmasıyla diğer akımlardan ayrışmaktadır. Kalem-Kamera (Camera pen ) anlayışıyla yönetmenlerin imzasını taşımaktadır.

Fransız yeni dalga akımı aslında iki akım halinde ortaya çıkıyor. 1958 ve 1963 yılları arasında ilk yeni dalga akımı başlıyor ve akıma özelliğini veren filmler esas bu dönemde yapılıyor. 1966-1968  yılları arasına gelen ikinci dönemde ise akımın politik yönü öne çıkıyor. Bu dönemi de ortaya çıkan yapıtlar toplumsal değişikliklerinde bir nevi yansımalarıdır. Filmlerin anlatımlarındaki bireyselliğin yanı sıra izleyicinin zihnine yerleştirilen yönetmen sineması varlığını hissettirmektedir.

Bu dönemin önemli yönetmenlerinden biri de Jacques Tati, ilk olarak 1930'lu yılların başında Fransız müzikal çevresine girdi; gösterisi dönemin spor yıldızlarının pandomimlerinden oluşmaktaydı ve bazıları filme alındı, savaştan sonra da uzun metrajlı hale getirildi; Jour de Fete (Bayram Günü, 1949), bütün çalışmalarında baştan sona gözlemlenen hicivli temanın yanı sıra görsel üslubu da son derece gelişmiştir.

Tati,  kariyerinde çok önemli bir yere sahip olan ve onunla özdeşen  filmi Les Vacances de Monsieur Hulot (Bay Hulot'nun Tatili, 1953) için dört yıl çalıştı. Yaratılan karakterin sıcaklığı ve  parlak yaratıcılığı Bay Hulot'ya uluslar arası bir başarı kazandırdı. Hulot, mizahın kaynağı ve odağı olmak anlamında bir komedyen değildir; daha ziyade, etrafındaki dünyanın mizahını açığa çıkaran bir tavır, bir perspektiftir.

Mon Oncle (Amcam, 1958), bir geçiş filmidir; Hulot, her ne kadar star statüsünü terketmiş bile olsa diğer karakterlerin arasında tuhaf marjinalliği ile öne çıkmaktadır. Filmde, Post-War dönemi Fransa'daki geçiş dönemini anlatılmaktadır.  Amerikan Kültürünün Fransız kültürüne nasıl yansıdığını ve bunun ikiye ayırdığı geleneksel ve modern dünya gösterilmektedir.

Filmde kullanılan iki farklı dünyanın bağlayıcı unsuru olarak Mösyö Hulot karakterini görüyoruz. Mösyo Hulot'un evinin olduğu sokaktan görüntülerle Arpel ailesinin yaşadığı yer arasındaki farklılık sürekli olarak karşılaştırılmaktadır. Modernite tarihinin nazi işgali üzerinden ve koloniyel izlerin etkilerini silmek için kullanılan mimari yapıların nasıl kullanıldığını geleneksel olanın alt kültür, modernitenin ise üst kimlik oluşturduğunu görüyoruz. Bu yapı kapital düzeninde göstergesi olarak söylenebilir.

Filmin hikayesi, Mösyö Hulot’un kız kardeşini Mrs.Arpel’i görmeye gitmesi ve yeğeniyle vakit geçirmesini anlatmaktadır. Mösyö Hulot, Bay St. Maur'da, herkesin birbirini tanıdığı, eski ve kalabalık bir mahallede yaşar. Sakarlıkları ve kendine has ciddiyetiyle olayların üstesinden gelmeye çalışır. Bir durum komedisi olarak görülmesine rağmen Mösyö Hulot’un hiciv dozu yüksek bir mizah anlayışı vardır. Arpel ailesideki bireyler ise, zengin bir fabrikatör aile reisi ve girdikleri sosyal çevreye ayak uydurmaya çalışan bir anne ve evin içinde sıkılan  bir çocuktan oluşur. Modern bir aile yapısını göstermeye çalışan anne ve babanın çizdiği ölçülerin dışına çıkamayan küçük Arpel, dayısı Mösyö Hulot’un gelmesiyle dış dünya ile tanışır. Anne ve babasının aşırı düzenli ve kontrolcü yapısının tam tersi olarak dayısıyla Fransa’nın ücra köşelerinde dilediğince eğlenme fırsatı yakalar. Buna dayısının yaptığı sakarlıklar da eklenince keyifli bir hayat tecrübesine dönüşür.

   

Filmdeki karakterler o kadar tanımlayıcı özelliklere sahiptir ki hikayenin akışı yadırganmayacak kadar naif bir dile ulaşır. Mösyö Hulot bizim taşıyıcı karakterimiz olduğu için  iki dünyayı da karşılaştırmamızı sağlamaktadır. Özellikle Arpel ailesinin çevresine girdiğimizde, modernizm getirdiği teknolojik yaşamın gösterilmesi, görsel olarak ve fonksiyonel olarak eleştiriliyor. Arpel ailesinin kullandığı modern icatların aslında hiç bir fonksiyonu  olmadığını görüyoruz. Yüzeysel bir gösteriş söz konusu, film bunu abartılı bir şekilde göstererek dalga geçmektedir.

Filmi, geleneksel ve modern diye ikiye ayırdığımızda; renkler, kamera hareketleri, mekanlar ve  ses ( müzik) olarak ele almakta yarar var. Çünkü yönetmen hikayenin temelinde sinemasal teknikleri kullanırken, bu ayrımı ortaya çıkarmayı başarmıştır. İki dünya arasındaki farklılıklar renklerin kullanımı, seslerin kullanımı ve kamera hareketleriyle anlatılmakta. Filmdeki renklerin kullanımı tanımlayıcı özelliktedir, Fransız sinemasının belki de günümüzdeki estetiğininde temellerinden biri olabilir. Filmde,özellikle Mösyö Hulot'un evinin olduğu sokak daha naturel tonlarda daha samimi ve canlı gösterilirken Arpel ailesinin evi daha soğuk renkler ve geometrik şekillerin içine sıkıştırılmış planlardan oluşmaktadır. Mimari açıdan tam bir karşılaştırma ile seyircinin algısını değiştiren bu renk ve sesler aslında gerçek dünya ile modern dünyayı karşılaştırmaktadır.Modern dünyanın içindeki geometrik çizgilerin içinde yürüyen ve onun dışına çıkamayan insanların, aslında bağlı oldukları metaların nasılda kendilerini kontrol ettiğini görüyoruz. Bir diğer teknik ise ses ve müziklerin kullanımı yine Mösyö Hulot’un evinin olduğu yerde kalabalık sokak sesleri ve kuş sesiyle canlı (naturel) tonlar kullanılırken, Arpel ailesinin olduğu yerde daha mekanik seslerle (yapay) yabancılaşma etkisini bize hissettirmektedir.

Modern dünyayı anlatırken filmin ilk sahnelerinden itibaren bir kullanılan otomatik kapıyla kendilerini dış dünyaya kapatan Arpel ailesi, steril bir alan oluşturmaktadır. Bu alan da sokaktaki köpeğin bile eve yıkanmadan giremeyeceğini gösterir, hatta dışarıdan gelen Gerard (çocuk) bile köpekle  aynı muameleyi görür. Evin içindeki basit eşyaları bile  görsel olarak modern birer sanat eseri olarak gören ailenin, eşyaların fonksiyonları konusundaki bilgisizlikleri eleştirel bir şekilde yansıtılmıştır. Modernizmin bu kurgusal yapısı ancak ona dışarıdan bakan veya katılan biri tarafından fark edilir. Bu anlamda çocuklar bu kurguyu öğrenene kadar hep modernizm dışıdır. Bunu sağlayan dayısına giderek yaklaşan Gerard’da o doğallığın simgesidir.

Mösyö Hulot’un gittiği yerlerden biri de Mr.Arpel’in fabrikasıdır. Modernizmin zorunlu bir sonucu olan seri üretim hicvi de başlamış olur. Bütün gün aynı işi yapan fakat her fırsatta kaytarmaya çalışan gönülsüz işçiler, kontrolden çıktığında tuhaflıklara sebep olan söz dinlemez makineler, yönetmen tarafından oldukça sert bir şekilde eleştirilir. Bunu Marx’ın “Bir Yandan emeğin, belirli bir yararlı türü olarak, belirli bir toplumsal gereği karşılamak ve böylece kollektif emeğin ayrılmaz bir parçası, kendiliğinden oluşan toplumsal iş bölümün bir kolu olmak durumundadır. Öte yandan, üretici bireyin çeşitli gereksinimlerini karşılayabilmesinin yerleşmiş bir toplumsal olgu olması gerekir.’’ Bu iş bölümünün parçalı yapısı bireylerin üzerindeki etkisini ve statüsünü belirlediğini göstermektedir. Modern dünyadaki bu eşyaların sahipliği kavramı, Mon Oncle filminde sürekli olarak karşımıza çıkar. Örneğin, kullanılan makinelerin ev sakinlerinin işlevinden sağladığı statüyü göstermektedir. Otomatik bir garaj kapısının kapanmasıyla içeride kalan Mr.Arpel ve Mrs.Arpel’in çaresizliğini yanında çalışan bir hizmetçinin gidermesi makine mi insan mı sorusunu sorar niteliktedir.   

Varlıklara yüklenen anlamlarla yabancılaşma etkisi oluşturuluyor. Bu da filmi izleyenler için bir farkındalık oluşmasını sağlıyor.Sürekli olarak alt kültür ve üst kültür karşılaştırması yapılmaktadır. Örneğin ilk sahnelerdeki canlı bir balığa bakan sokak köpeğinin, Arpel’lerin evindeki süs balığın ağzından fışkıran suyu izleyen Mösyö Hulot alıyor. Bu  gibi sahneler  modernizmin insana biçtiği değere atılan bir taş olarak yönetmenin belki de en etkili eleştirisi olmaktadır Babanın kapitalizmin simgesi olarak araba kullanılırken, Mösyö Hulot’un ise bisikletle dolaşması gibi yada sokakta yemek yiyen çocukların gördükten sonra Arpel ailesindeki davette son teknolojik makinelerden çıkan yemeklerin sadece süsten ibaret gösterilmiştir. Bir çok sahnede metonomi yani objelerin kendisinin gösterilmesi yerine başka objelerle simgeleştirme  sıklıkla  karşımıza çıkmaktadır.

Film, sesli bir film olmasına rağmen sessiz de izlense rahatlıkla anlaşılabilecek kadar görsel güce sahiptir. Filmde karakter özdeşmesi gerçekleşmemektedir. Mösyö Hulot bizim kahramanımızdır ama ondan bağımsızda filmi seyredebiliriz. Bununda sebebi yönetmenin Fransız Yeni Dalga'sının etkilerinden biri olarak, sinemanın gerçekçiliğin dışına çıkan bir sanat olduğunu gösterir. İzlerken film olduğunu hissettirerek seyirciyi uyarma biçimidir.

                       

Genel olarak baktığımızda yönetmen, üç boyutlu bir karakterle ve etrafında iyi resmedilmiş bir dünya ile mesajını trajikomik bir şekilde anlatmıştır. Gözlem gücü çok başarılı olan filmdeki yan karakterlerden figüranlara kadar başarılı bir bütünlük oluşturulmuştur. Filmi izlerken büyük keyif alırken aynı zamanda da eleştirilen dünyanın aslında ne kadar gerçekçi olduğunu bundan elli yıl sonra bile güncelliğini koruduğunu söylemek mümkün. Hem estetik olarak hemde anlatımıyla yönetmen, Mon Oncle filmiyle  makineleşen insanlara olan tepkisini kırıcı olmadan ustalıkla perdeye yansıtmıştır. Modern dünyada ‘insan’ olarak yaşamanın simgesi olan Mösyö Hulot,  sakarlıklarıyla alışmışlığımızı yüzümüze vuruyor. Filmi izlerken eğer biraz daha dikkatli bakarsak, karakterlerin hala aramızda yaşadığını görebiliriz. 

Bülten kaydı için tıklayınız