Ve Ana Karakteri Görürüz: Danny Boyle
İskoçya’lı uyuşturucu bağımlıları, Merkez Londra’da salgından kaçan insanlar, Çalıntı para dolu çanta bulan yardımsever bir çocuk, Tayland’da turistlerin arasında el değmemiş bir cennet arayan kayıp gençlik ve 127 saat boyunca bir kanyonda sıkışıp kalan bir maceraperest. Bu ağır dramatik öğeler arasındaki ortak bağı sanırım sinema severler şimdiden tahmin edebilecektir. 1955 yılında Manchester’ın 60’lı yıllardaki metropol mekanı Radcliff ilçesinde doğan ve kısa bir sürede BBC TV prodüksüyonları, tiyatro ve en sonunda sinemaya doğru ilerleyen, İngiliz ekolünü modern sinemada en kışkırtıcı ve renkli biçimde resmeden Danny Boyle’dan bahsediyoruz elbette.
“İnsanlar filmlerime MTV’nin sinemaya olan yansıması diyorlar. Bu bence bir iltifat.”
Danny Boyle: In His Own Words.
David Bowie’li ve Nicolas Roeg’li bir sanat dönemi içerisinde büyümüş her yönetmen gibi Danny Boyle’un da gençliğinde etkilendiği her sanatsal öğe aslında filmlerinin birer parçasını yansıtmaktadır. Glam Rock ve İngiliz Yeni Dalgasının etkilerini daha ilk filmlerinden itibaren görürüz. Fakat bununla beraber oldukça kapalı bir yanı da var. Gençliğinin büyük bir bölümünü Radcliffe’in saygıdeğer bir kilisesinde “papaz yardımcısı çocuk” olarak geçiren Boyle’un gerek filmlerine yansıttığı senaryo öğeleri gerek kullandığı görsellikler ile din ve ders çıkarma kavramlarına oldukça yakın olduğunu görüyoruz. Özellikle filmlerindeki karakterleri ve öykü yapısını incelediğimizde karakterin hikaye boyunca gittiği yolculuk, hikayeden önceki hali ve sonraki değişimleri ile oldukça hümanist bir karakter örgüsü çizmektedir. Örneğin ilk uzun metraj filmi olan “Shallow Grave” i ele alalım. İlk bakışta bir gece yarısı televizyonda izleyebileceğiniz basit bir gerilim ve cinayet filmi gibi gözüken bu film, ilerledikçe izleyiciye sunduğu karakter değişimleri ile insanın ağzını açık bırakır. Önce karakterler arasındaki tiksindirici ilişkiden ve serserilikten dolayı rahatsız olursunuz fakat öykünün ikinci yarısı devreye girip karakter değişimi yavaş yavaş meyvelerini vermeye başladığı zaman önünüze popüler kültür ve Thatcher dönemi İngilteresi eleştirisi ile dolu bir görsel yumağı ortaya çıkar. Usta oyuncu Christopher Eccleston’ın resmettiği David karakterinin filmin başlarında asosyal ve iletişimsiz bireyi yansıtması ve filmin sonuna doğru gerçeklikten bağını tamamen kesip filmin en korkutucu karakteri olması filmin en akılda kalıcı öğelerinden birisiydi. Karakterlerin hayatına bomba gibi düşen para dolu çanta ile zaten çıkmazda olan hayatlarının iyice yozlaşmasını Boyle üstten bakan bir şekilde adeta karakterleri sınayarak vermiştir.
(Shallow Grave, 1994; Christopher Eccleston, Kerry Fox, Ewan McGregor)
Tam bu noktada Danny Boyle’un en önemli dramatik öğesi olan “para dolu çanta” kavramından bahsetmek isterim. Üstte bahsettiğim gibi karakterleri “sınayan” ve “yozlaştıran” bir materyal olarak bahsedebileceğimiz “para dolu çanta” veya içerik bakımından ona yakın bir öğe Danny Boyle’un filmlerinin genel bir özelliğidir. Shallow Grave’de karakterlerin içindeki sahte ve yozlaşmış arkadaşlık bağlarını ortaya çıkaran para dolu çanta, belkide Danny Boyle’un en çok tanınan filmi olan Trainspotting’de en efektif halinde kullanılmıştır. Trainspotting, Boyle’un 1996 yılında çok ses getiren, dünya sineması tarafından tanınmasını sağlayan ve en önemlisi dünya çapında popüler kültürün ve mainstream sinemanın gidişatını belirleyen filmidir. Böyle büyük bir idda da bulunmamın nedenlerini şimdi sırayla açıklayacağım. Öncelikle “Trainspotting” İskoçya’nın en büyük turist çeken mekanı Edinburgh’da geçmektedir ve genel olarak hem turist bakış açısı ile hem de öz eleştirel “İskoç” bakış açısıyla göstermektedir. Kitap uyarlaması filmin 80’lerin sonu ve 90’ların ortasına doğru ilerleyen öykü yapısını, “uyuşturucu bağımlısı filmi” veya “uyuşturucu filmi” olarak adlandırabiliriz ama asıl verilmek istenen nokta bundan daha derindir. Ana karakterimiz Mark Renton’ın bir problemi vardır artık iyice tehlikeli hale gelmeye başlayan ve iskoç gençliğini sinek gibi öldürmeye başlamış eroinden kurtulmak. Ne zaman eroinden kurtulma çabası içine girse arkadaş çevresi ve diğer etkenler tarafından tekrar bu batağın içine çekilir. Fakat Danny Boyle bu batağı bir Ken Loach filmi yada 1982 yapımı Christiane F. gibi vermez. Tamamen bir gencin (burada Renton, Spud ve Sick Boy oluyor) görebileceği bir şekilde, yani bütün çekiciliği ile gösterir. Karakterler ve olaylar absürd gibi durmasına rağmen rahatsız edici derecede gerçek gözükür. Renton hikaye boyunca filmin en adam akıllı karakteri olmasına rağmen kötülük yapar, kitabın yazarının tabiri ile “sıçar” ve bu öykünün gerçekliğine ve üstte belirttiğim gibi karakterin sınanması kavramına uygun düşer. Film adeta bir kutsal kitap gibi ilerler, bir insanın hayatı boyunca yapabileceği tüm hataları yapar Renton. En sonunda İskoçya’dan kaçıp Londra’nın işlek caddesinde bir eve yerleşir ve bir iş bulur. Herşey güzel gider fakat arkadaşları yine Renton’ı bulup batağın içine zorlar. Bu noktada Renton’ın hayatta yaşadığı ve birşeyler öğrenmesini gerektiren deneyim sayısı son noktaya ulaşmıştır zaten. Renton, arkadaşları ile beraber büyük eroin satışında kazandığı parayı çalar ve Amsterdam’a kaçar, çünkü bu hayattan kurtulabilmek için yapması gereken en uç şey budur. Filmin sonundaki kare bütün filmi özetler aslında. Film boyunca güneşi göremeyiz fakat Renton para dolu çantayı çalıp Liverpool Street’den geçip Westminister Köprüsünden yürürken ki suratında oluşan gülümseme ve sahnenin bulanıklaşarak bu gülümsemeyi şeytani bir paylaço gibi göstermesi, iyi ve kötü karar ve insan yaşamı hakkında düşündürür insanı.
(Trainspotting, 1996; Kevin McKidd, Robery Carlyle, Ewan McGregor, Johnny Lee Miller, Ewen Bremner)
“Tüm bu yönetmenler: Martin Scorsese, M. Night Shyamalan, John Woo, -Hepsi aslında birer rahip olmak için yaratılmışlar. Bu konuda çok teatrel birşeyler var. Çünkü bu temelde aynı iş- dünyayı dolaşıp insanlara ne yapılacağını söylemek, anlatmak, ders çıkarmalarını sağlamak.” Danny Boyle: In his Own Words.
Boyle’un popüler kültüre etkisine gelecek olursak bu da bir nevi dünyevi getirileri insanlara sunmasındaki fark ile alakalı. Filmlerinde kullandığı müzikler, kıyafetler ve dekorlar her zaman kült statüsüne yükselir. “Trainspotting”’de uyguladığı bu sanatsal tercih onu hem atmosfer hem de ticari bakımdan büyük bir seviyeye taşımıştır. Trainspotting ile beraber dönemin İngiltere’sinin bütün karakteristik özelliklerini taşıyan Pop şarkılarını kullanmıştır adeta ve tek bir tarzda değil, kendi filmleri gibi birden fazla tarzda, Rock ile başlayıp Brit-Pop ile devam eden ve Techno ile biten oldukça sağlam bir Soundtrack’i vardır filmin. Bu geleneği Boyle, The Beach ile de sürdürmeye devam etmiştir. 2000 yılı yapımı “The Beach” de yine bir kendini bulma öyküsü görürüz fakat filmdeki meşhur kumsal sahnesini yansıtma biçimi Danny Boyle’un renkli ve kinetik çekim tekniğinin en güzel örneklerinden biridir. 2000’li yıllar sonrası Boyle’un görselliğinde radikal bir değişim olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Çoğu kişinin izleyemediği 2001 yapımı iki tane TV filmi: “Vacuuming: Completely Nude in Paradise” ve “Strumpet” ile ünlü Dogma akımı yönetmeni Lars Von Trier’in görüntü yönetmeni Anthony Dod Mantle ile iş birliği içine girdi. Bunun tek sebebi ise bu kadar basit: Dogma akımının en eğlenceli ve zengin görsellerini alıp filmlerini daha lezzetli bir sinematografiye oturtmak. Boyle’un yeraltı kültüründen yazarlarla sürekli iş birliği içinde olması da aslında onun Auteur özelliklerinden birisidir. 2002 yılında Alex Garland ile beraber yaptığı “28 Days Later” ile hem görsel hem de tarz bakımından korku sinemasına en büyük katkıyı yapmıştır. Geleneksel zombi filmlerini daha ne kadar tehdit edici ve korkunç yapılabilir? İnsanlardan hızlı hareket eden zombiler koyarak. Anthony Dod Mantle ile çalıştığı dönemin en büyük meyvelerini de tabiki 28 Days Later’da görürüz. Basit bir el kamerası ile 2000 sonrası kıyamet sonrası Londra’yı büyük perdeye oturtmak çoğu insan için filmdeki enfeksiyonlu insanlardan daha korkutucu bir deneyim olmuştur. Filmde yine ana karakterimiz kendi içinde bir yolculuğa çıkar fakat bu sefer para dolu çanta yerine hiçbir yerde bulunamayan “kurtarma ekibi” vardır. Film, ana üç karakterin kurtulması ile biter ve izleyiciyi rahatlatır. Boyle’un bütün filmlerinin sonu da aynıdır aslında. Özellikle 28 Days Later’ın sonunu ilk kurgularda kötü bitirir fakat son anda film sinemalara gitmeden değiştirir, kafasında birşey vardır sadece: İzleyiciyi film boyunca soktuğu cehennemden rahatlatıcı bir biçimde kurtarmak.
(28 Days Later, 2002; Brendan Gleeson, Cillian Murphy, Naomi Harris)
Boyle’un Slumdog Millionaire’de içerik ve görsel olarak kendi tarzını en çok oturttuğu filmi olduğunu söyleyebilirim. Atmosfer olarak İngiltere dışında bir mekanda geçmesi, özellikle The Beach’den sonra onu korkutmuştur (The Beach’in çekimlerinde oldukça zorlandığını söyler çünkü bilmediği bir yerde çekim yapmaktadır ve çekim günleri zorlanıp uzamaya başladıkça filmdeki karakterlerden de uzaklaşmaktadır) Fakat bunun için güzel bir çözüm bulmuştur. Ufak bir ekiple bağımsız bir stilde film çekecektir. En güzel formülü burada yakalamıştır işte. Boyle’un kendi Oscar’ını alması da bence kendi içine yolculuğunun son noktasıdır. Tıpkı ünlü ingiliz yönetmen Alan Parker gibi “her türden bir film çekmek” ile kendine bir nevi bir misyon koymuştur ve bunu en güzel şeklinde, seyirciyi memnun edecek bir biçimde yansıtır. “Küçük Film” diye tabir ettiği 127 Hours’da Boyle’un filmlerinin bilinçaltı tabir edebileceğimiz bir atmosfere denk geliriz. Gerçekten film, yönetmenin diğer filmlerinin ufak bir özeti gibidir, verebileceği herşeyi verir, ne azını, ne fazlasını.
(Slumdog Millionaire, 2008; Dev Patel, Anil Kapoor)
Slumdog Millionaire’in çekimlerinden önce Danny Boyle’un kendi hakkında bir kitap yazılacağını duyunca verdiği tepki oldukça alçak gönüllü olmuştu. İlk önce “Benim hakkımda neden bir kitap yazılsın ki?” diyerek isteği geri çevirmiş fakat daha sonra yazar tarafından ikna edilmiştir. Bence Boyle, modern sinema için en önemli isimlerden biri ve Stanley Kubrick ve Nicolas Roeg gibi isimlerle aynı yerde anılmayı hakediyor ve hakkında yazılacak bütün kelimeleri sonuna kadar hakediyor.
Tweetle