MODERNİZM DÜZLEMİNDE VIRIDIANA ve FIGHT CLUB
MODERNİZM DÜZLEMİNDE VIRIDIANA ve FIGHT CLUB
Toplumsal değişikliklerin sinema üzerindeki etkisi her zaman çok konuşan bir durum olmuştur. Filmlere bakarkende bu dönemsel değişiklikleri de göz önünde bulundurmak lazım. Filmlerin evrenselliği ve her dönemde kendine söyleyecek söz bulabilmesi, sinema tarihinde önemli yapıtları diğerlerinden ayırt etmemizi sağlamaktadır. Bu açıdan ele almak istediğim Viridiana filmi ve modern klasiklerden olan Fight Club filmini ayrı ayrı ele alamakta yarar var. Böylelikle iki filmin de kavramsal açıdan birbirinden farklı görüntüleri arasında, ortak yönlerine ve alt metinlerine yoğunlaşabiliriz.
Viridiana, filmi Luis Bunuel’in en önemli ve tepki alan filmlerinden biridir. Filmin konusu ve eleştiri tarzı birçok insan tarafından tepkiyle karşılaşmış olsa da anlatımı ve sinemasal görselliğiyle bir baş yapıttır. Film, 1961 yılında İspanya- Meksika ortak yapımı olup Vatikan tarafından dine karşı yapılmış bir hareket olarak değerlendirip, Bunuel’in İspanya’ya girişi ve filmin gösterimi onaltı yıl yasaklanmıştır. Paris' e gönderilen kopyalar sayesinde yok olmaktan kurtarılan film Cannes Film Festivali' nde Altın Palmiye ödülünü kazanmıştır.
Filmin konusu, Viridiana adındaki yeni rahibe olmuş genç kızın kişisel yolculuğudur. İnançları ve yaşadıklarıyla nasıl çelişkiler yaşadığını görmekteyiz. Film Viridiana’nın rahibe okulundaki görüntüleriyle başlar. Viridiana’nın teyzesinin ölümünden sonra ona destek olan okul masraflarını karşılayan Don Jaime, sahibi olduğu çifliğe davet etmektedir. Viridiana, gidip gitmemekte kararsızdır, baş rahibenin de öğütleriyle çiftliğe doğru yola çıkar. Don Jaime, henüz evlendiği gece onunla birlikte olmadan ölen karısına çok benzeyen Viridiana'yı arzular ve onunla evlenmek ister. Bu isteğini ona açtığında genç kızın sert tepkisi ile karşılaşır. Viridiana'yı alıkoymak için hizmetçisi Ramona'nın yardımıyla ona ilaç verip uyutur. Viridiana baygınken onunla birlikte olmak isteyen Don Jaime, daha sonra kendisini tutar ve ona tecavüz etmekten vazgeçer. Fakat ertesi sabah Viridiana'ya gece onunla birlikte olduğunu, artık rahibe okuluna dönemeyeceğini söyleyerek onu kendisi ile evlenmek zorunda bırakmaya çalışır. Fakat Viridiana' nın kendisine olan öfkesini görünce ona gerçeği anlatır ve bu yolla onu kazanmaya çalışır. Tüm bunlara rağmen Don Jaime'nin çabaları sonuç vermez ve genç kız rahibe okuluna gitmek üzere yola çıkar. Yarı yolda görevliler tarafından durdurulan Viridiana, yeniden çiftliğe götürülür ve Don Jaime'nin onun gidişinin ardından kendini astığını öğrenir. Don Jaime Viridiana’ya büyük bir vicdan azabı yüklemiştir. Ölümünden sorumlu hissettiği için rahibe okuluna gitmekten vazgeçen Viridiana, kasabadaki yoksulların ahlaklı ve dindar olmaları için çaba harcar. Çiftliğe getirdiği dilencilere yemek, yatacak yer sağladığı gibi onların eğitimleriyle de bizzat kendisi ilgilenir. Bu insanların topluma kazandırılacağı inancına sıkı sıkıya bağlıdır. Don Jaime’in gayri meşru çoçuğu olan Jorge’un gelmesiyle çiftlikte olaylar değişir. Çiftlikteki yönetimi kontrol altına alır ve işçilerin daha fazla para kazanmak olabildiğince çaba harcar. Jorge, Viridiana’dan hoşlanır ama karşılık alamaz. Viridiana, Katolik inançlarına göre arzularını tamamiyle bastırmış kendini dine adamıştır.
Dünyadan zevk almadan yaşamaya sert yataklarda yatıp, fakirlerle birlikte vakit geçirmektedir. Jorge ise kendini çalışmaya vererek tam tersi bir davranış sergileyerek ona göre dünyanın bütün nimetlerinden yararlanmak istemektedir. Ev halkının olmadığı bir gün, fakir olanlar fırsattan yararlanarak evin zenginlere ait olan kısımlarına girerler. Gördüklerinden çok etkilenip kendilerini oraya ait hissederek, bir ziyafet yaparlar. İçkilerini, kadehlerde içerler, şarkılar söylerler ve özelikle bu sahnede Da Vinci’nin The Last Supper tablosuna gönderme yaparak, alay etmektedir. Daha sonra İsa’nın yerinde oturan kör adamın kıskançlığından dolayı masayı dağıtmasıyla başlayan arbede bir çok olayın tetikçisi olur. Ev halkının erken dönmesi ile yakalanan fakirler özür bile dilemeye gerek görmeden birer birer giderler. Jorge, odaların birinde yoksullardan biri tarafından yaralanır ve onun yardıma gelen Viridiana aynı adam tarafından saldırıya uğrar. Bu saldırıdan zorlukla kurtulan Viridiana, yaratmaya çalıştığı dünyanın gerçekçi olmadığını, sert bir şekilde anlamış olur. İnandıkları ve ona öğretilen değerlere olan inancını yitirmiştir. Filmin sonunda gece kuzeninin odasına gelen Viridiana, çalan neşeli bir müzik eşliğinde Jorge tarafından Ramona (hizmetçi) ile birlikte kağıt oynamak için masaya oturtulur ve kağıt oynaya başlar, neşeli bir müzik eşliğinde film sonlanır.
Filme genel olarak baktığımızda kullanılan sembollerle birlikte yoğun bir anlatım hakimdir. Filmi ana hatlarıyla Kapital (Burjuvazi), dinsel ögeler (katolik –klise) ve bilinç altı ( cinsel ögeler) semboller olarak ayırabiliriz. Bu üç alanı ele alırken de Marx, Nietzsche ve Freud’dan yararlanmamız kaçınılmaz.
İlk olarak kapitalist eleştirisiyle Bunuel, filmin tamamında karşımıza çıkıyor. Özellikle iki farklı yapıyı göstererek zenginler ve fakirler olarak filmin odak noktasına yerleştiriyor. Kar amacı gütme ve faydacı dürtünün sürekli olarak gösterilmesi özellikle Jorge’un çiftliğe geldikten sonra geliştirdiği kar amaçlı
girişimler, sömürü politikasıyla genişleme çabaları örnek gösterilebilir. Bunun dışında Viridiana’nın fakirlere sağladıklarını hayırseverlik adı altında yaşamaya çalışmasının bile sonunda karşılıklı bir çıkar ilişkisine dayandırıldığını görüyoruz. Kaldı ki bu yapıyı Bunuel, eleştirisel olarak Viridiana’yı film boyunca iyilik timsali olarak yorumlayarak filmin sonunda fakirlerin onun istediklerini karşılamaması üzerine, inancını kaybettirerek bu sistemi karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu bir ilişki olduğunu gösteriyor.Vicdanını rahatlatmak için yapılan bir yatırım olduğunun göstergesidir. Görsel olarak baktığımızda ise yönetmenin objeleri parçalı olarak göstermesi, kamera ve kurgu ile sürekli olarak ‘bedenin ayrışması veya uzuvların birbirinden ayrılması Bunuel’in kapitalist sistemin acımasızlığını hatırlatmada kullandığı favori motiflerinden biri olduğu gibi, grotesk bir üslubunda oluşumunda bütününü yaratan temel parçalardan birini oluşturur.’1 Filmdeki işçilerin çalışırken gösterilirken hızlı ve parçalı bir şekilde sadece eylemleri kurgulanıp gösterilmesi ve bu sırada Viridiana’nın fakirlerle birlikte dua ettiği sahneleri arka arkaya keserek göstermesini örnek olarak gösterebiliriz.
Filmdeki dinsel öğeleri inceleyecek olursak, katolik inancının getirdiği baskın bir yasaklar zinciri bulumaktadır. Bunun merkezinde de Viridiana’nın kendisi bulunmaktadır. Yetiştirildiği manastırdaki kurallar zincirini içselleştirerek sorgulamayan bir tutum sergilemektedir. Sıkı sıkıya bağlı olduğu inançlar sistemine yönelik kullanılan semboller, dinini yaymak için etrafına topladığı fakirler bunun göstergesidir. Bir diğer faktör ise, Viridiana Don Jaime’in evlilik teklifini ve Jorge’un arzularını red eder bu onun İsa’ya olan sorumluluğunu bir rahibe olarak yaşaması ve ölümden sonraki hayatına saklamasını temsil etmektedir. Nietzsche’ye göre bu durumu ahiret inancının Hristiyanlıkla yaygınlaşmasından ideal bir dünya inancının arayışının temeliyle bağdaştırabiliriz. Bunun sonuncu olarak insan, dünyevi hazlara ket vurarak yaşanan gerçeklikle bağlarını kopartmaktadır. Bunun sonuncunda da yoksulların yüceleştirilmesi ve Katoliklerdeki her zaman suçluluk duyma ve günah çıkarma inancı kendi bedeninden utanmaya kadar gitmektedir. Nietzsche’nin bu açıklamasına örnek olarak filmde Viridiana’ın fakirleri yüceleştirip onlara olan tutumu, onları topluma kazandırma isteği ve dindar bir birey olmalarını sağlamaya çalışmasıdır. Diğer bir açıdan da sürekli olarak duygularını ve bedenini saklayarak
yaşamasını verebiliriz. Filmin sonda ise bu kavram yıkılır, fakirlerin onun yüceleştirdiği bütün kutsal değerlerle dalga geçerler ve onu küçük düşürürler. İnançlarının doğrultusundan çıkmamasına rağmen bunların başına gelmesi Viridiana’ın inancının yok olmasına sebep olur. Nietzsche’nin savunduğu Ben’li dönüş kavramı onun gerçeklikle yüzleşmesini sağlar. Sonunda da zaten Jorge’un odasına giderken saçlarını omuzlarına kadar açar ve değişimin başladığını bize gösterir.
Filmdeki cinsel sembolleri ele alacak olursak, Frued’un bilinçaltı tespitlerinden yararlanmak mümkün. Özellikle, kullanılan metonomi yani objelerin kendisinin gösterilmesi yerine başka objelerle simgeleştirme çok sık karşımıza çıkmaktadır. Kameranın ayaklardan başlayarak gösterilmesi yada yakın plan ayakların gösterilmesi gibi cinsel objelerin sinemasal olarak yer değiştirdiğini görüyoruz. Özellikle ayakların sıkça yer alaması filmdeki fetişleştirmeye kadar gitmektedir. Buna bir diğer örnek ise, Viridiana’nın çiftliğe ilk geldiğinde inekten süt sağlamaktan çekinmesini, yine katolik inançlarına bağlı kalarak bakireliğini koruma güdüsü ve utanmasını görebiliriz. Bir diğer açıdan bakarsak filmde Lacan’ın öne sürdüğü İdeal-Ego ve Ego-İdeal aşamaları tarafından inceleyebiliriz. Filmdeki karakterlere baktığımızda Don Jaime karakteri, zenginliğin getirdiği rahatlıkla yaşayan, etrafındaki insanları kendi çıkaraları için kullanan ve kendine olan sevgisi ilgisi o kadar yüksektir ki elde edemediği bir şey yüzünden intihar dahi edebilmektedir. Bu açıdan İdeal-Ego kısmına örnek verebiliriz, çünkü yaşadığı narsistlik o kadar ileri boyuttadır ki Viridiana’ya olan iktidarsızlığını yine ona ödetmektedir. Lacan’ın narsistliğin sona ulaştığı nokta olarak göstedirilen homoseksüellik içeren sahne ise Don Jaime’in karısının gelinliğini ve ayakkabılarını denediği sahnedir. Bunuel, bu sahneyi filmin içinde bir tür takıntı gibi göstererek karakter hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. Böylelikle Don Jaime’in sevgisinden değilde kendine olan güveninden intihar ettiğini anlıyoruz. Viridiana’ya baktığımızda ise Ego-İdeal kişilik yapısını sergilemektedir. Toplum tarafından koyulan kurallara tamamiyle içselleştirerek toplumun saygısını (aferinini) kazanmasını görüyoruz. Bunun karşılığında ise hayal kırıklığına uğramış olması, Viridiana’nın sürekli bastırmış olduğu egosunu ortaya çıkarmaktadır. Filmin sonundaki değişim ise bize bunun umut vaat edici bir şey olduğunu göstererek bitmektedir.
Karşılaştırma olarak ele almak istediğim bir diğer film ise David Fincher’ın Fight Club filmidir. Filmin yapım tarihi 1999’da olup tüm dünyada izleyiciler tarafından büyük ilgi görmüştür. Filmin başrollerindeki Brad Pitt ve Edward Norton’un muhteşem oyunculukları göze çarpmaktadır. Fight Club'da filmi anlatan Jack (Edward Norton),ünlü bir otomobil firmasında iyi bir işe sahiptir. Tek düze yaşamı kronik uykusuzluk sorunuyla çekilmez bir hale gelmiştir. Ailesi ve yakın bir arkadaşı olmayan Jack doktorunun tavsiyesi üzerine kanserli hastaların terapi grubuna katılır. Bu toplantılar esnasında Marla'yla tanışır o da genç adam gibi hasta olmadığı halde grubun toplantılarına katılmaktadır. Jack'in ve Marla'nın çabaları tüketici kültürünün anlamsızlığına karşı bir duruştur adeta kariyer sahibi ama yanlız insanların bir tepkisi. Jack'ın jenerasyonu ölü bir jenerasyondur. Bir yolculuk sonrası evinin yanmış olduğunu gördüğünde arayabileceği tek kişinin yolculuk sırasında tanıştığı sabun satıcısı Tyler Durden olması da adeta bunun bir kanıtıdır. İçilen birkaç biranın ardından park yerinde Tyler, kahramanımızı kendine vurması için kışırtacaktır. Aralarında başlayan bu kavga Jack'in hayatını değiştirecektir. Bir süre sonra Jack Tyler'ın yanına taşınır. Tyler'ın liderliğinde bir dövüş kulübünü kurmuşlardır. Kulübün en önemli kuralı dövüş kulubüden bahsetmemektir.Git gide popüler hale gelen kulüb birçok şehirde bir yeraltı ordusu oluşturmuştur. Tyler’ın planladığı kıyamet projesi ise sonun başlangıcı olmaktadır. Her an herşeyi yapmaya hazır olan bu ordunun kolları patlamaya hazır bir bombaya dönüşmüştür. Tyler’ın Jack’i terk etmesinden sonra olayların orta yerinde kalan Jack kendiyle yüzleşir ve ortaya çıkan sonuç acı vericidir. Tyler Durden kendisidir, yaratmış olduğu bütün kaos kendi kafasının içindedir. Kabullemek ve inkar etmek arasında kalan Jack, Tyler’la savaşamayacağını anladığı nokta da kendisini yokeder ve yeniden Jack olmaya başlar.
Film, tam bir tüketici olan günümüze eleştiriyel bir yaklaşımdır. Vaat edilenler, beklentiler, sahip olunanlar ve sahibi olduğumuz nesnelerin sahipliğine karşı bir tepkidir. Filmi, kapitalizmin en büyük buhranlarından biri olan jenerasyonun bir tür yansımasıdır. Bu açıdan filme yine Marx, Nietzsche ve Freud üçlemesine göre ilerleyebiliriz.
Marx’ın tanımıyla kapitalist sistem ‘yanlızca tek gecelik bir ilişkidir...o da istismardır’, bütün ilişkiler çıkar ve kar amaçlıdır..’ 2 Bu açıdan baktığımızda iki filmde birbirine benzerlik göstermektedir. Jack’in yani Tyler’ın eleştirdiği bütün değerler bir varoşun göstergesidir. Kendi dünyamızın içine dahil ettiğimiz ama sonra onun istismarına uğradığımız bir dünyanın varlığına dair. Kullandığımız arabanın sahibi miyiz yoksa o mu bizim sahibimiz ? yada sıfat olarak yüklenen statülerin dışında bir dünya var mıdır ? Film bu gibi sorunların bireyin iç dünyasına nasıl tahribat vereceğini gösteriyor. Özellikle sıradan insanların üzerine yığılan bu statülerin nasıl göründüğü üzerine yoğunlaşıyor. Bundan dolayı yakaladıkları adamı tehdit ederken ‘biz senin arabana benzin koyan, kahveni getiren, geceleri seni koruyanlarız’ diyerek kapitalizmin temelinde yatan sorunu ortaya çıkartıyor. Hiyeraşinin getirdiği bölünmüşlüğün aslında nasıl da hayatımızın bir parçası oluduğunun kanıtı da diyebiliriz.
Film, Tyler Durden’ın koyduğu kurallar ve planların doğrultusunda ilerlemektedir. Jack her ne kadar anlatıcımız olsa da kurallara o da uymak zorundadır. Jack’in farkındalığı, öfkesi, yanlızlığı, kırık kalbi ve değişimi olarak ilerleyen bir hikaye örgüsü vardır. Marla’yı farketmesiyle başlayan ve giderek başlangıça dönen bir kurguya sahiptir.
Nietzsche’nin ele aldığı baba figürünün ortadan kalkarsa hangi değerlere nasıl dayanacağımız sorusuna Tyler’ın Jack’in elini yakarken rastlıyoruz. Zayıflıkların üzerine gidilince ortaya çıkan sonuç olarak yine bütün bu trajik boyutları benimseyen bir çözüm buluyor. Tyler Durden, ‘Birşey seni öldürmüyorsa güçlendirir.’ felsefesini hayatın merkezine alıyor. Böylelikle eyleme dönüşen bir ordu meydana getirerek Nihilizm’in son noktası olan tahribatı (kıyamet projesini) gerçekleştiriyor. Kapitalizmin simgesi olan televizyonları, bilgisayarları, reklam panolarını parçalayarak başlayan bu plan büyük bankaların kredi kartı borçlarını yok edecek ve sıfır noktasına geri dönüşü sağlayacaktır. Bu da bize filmin başındaki medeniyetin temeli olan ‘sabun’ figürunün Marx’ın ‘Katı Olan Herşey Buharlaşıyor’ mitine göndermesi olarak, eriyen yok olan bir toplumun yansıması diye yorumlanabilir.
Filmin temelindeki psikolojik tanımlamalar ve sonundaki karakter bölünmesi filmin psikanaliz yönünden incelenmesini kolaylaştırıyor. Yönetmenin bize sunduğu anlatım, filmin sonuna kadar kapalı bir şekilde pusuda bekliyor. Hitchcock’un
Psycho’sunu, hatırlatan film de birçok saptamaya yer vermek mümkün. ID, Ego ve Super Ego’nun çatışma evrelerini açıkça göreceğimiz gibi filmdeki şizofrenik yapının da yine dikkat çekici olduğunu söyleyebiliriz. Jack karakteri zayıflığı, yanlızlığı ve uykusuzluğu üzerine başlayan hikayede, oteritenin altında ezilen biri olarak tanımlanmaktadır. Kendini rahatlatmak için bulduğu terapi merkezlerindeki zayıf insanlar, onu acının kendisinden beslenme güdüsüne ulaştırmıştır.
Tyler’ın ortaya çıkmasıyla elde ettiği haz ise, Süper Ego’nun yerini Ego’ya hatta ilerleyen sahnelerde tamamen haz odaklı dürtülerin ortaya çıkmasıyla id’e ulaştırmaktadır. Tyler’ın iktidar göstergesi olan şiddet ve cinsellik yine sembolleştirilerek gösteriliyor. Dövüş sahneleri dahil ağzından düşmeyen sigarasıyla oteritenin sahibi olduğunu belli etmektedir. Marla ise Jack’in arzu nesnesi olarak rüya ve gerçeklik arasında dengeyi sağlayan değişkendir.
Filmde, Freud’un içimizde bizi güdüleyen iki güdünün, seks ve şiddet olduğunu hatırlatan olay örgüsü göze çarpmaktadır. Marla’yla birlikteyken yarattığı Tyler’dan ve dövüşürken hissettiği acıdan haz alan Jack, kişiliğinin altındaki bütün bilgileri sıfırlamak üzerine hareket ediyor. Bu bölünmüşlüğü yönetmen, bize aynı karakter içinde verirken sıradan insanların etrafında gerçekleşen ve hepimizin kimlikleriyle çatışmada olduğu gerçeğini sert bir şekilde yansıtıyor. Özellikle kameraya bakılarak söylenen replikler ve filmin hızlı kurgusu sinemada olduğumuzu unutmamızı hatırlatıyor.
Tyler’ın kurduğu ordunun temelini ‘Kitlelerin egoları, idleri yoktur, ruhları iç gerilim ve dinamizmden yoksundur: Düşünceleri, ihtiyaçları, hatta düşleri "kendilerine ait değildir"; içsel yaşantıları, ancak ve ancak toplumsal sistemin karşılayabileceği arzuları üretecek şekilde "toptan olarak yönetilmekte", "programlanmaktadır". "İnsanlar kendilerini metalarda tanırlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, dubleks evlerinde, mutfak araç gereçlerinde bulurlar.’3 fikrini bütünüyle yansıtmaktadır.
Filmin sonunda ortaya çıkan bilinçaltının içselleştiriği onca yapının filmdeki yine baba figürünün ortaya çıkmasına bağlayabiliriz. Jack’in Tyler’a babası hakkında söylediği ‘- altı senede bir yeni bir yerde yeni bir aile başlatıyor’ şeklindeki açıklamasına Tyler’ın cevabı ‘- adam kendisine yeni şubeler açmış’ şeklinde cevaplıyor. Filminin sonuna doğru Jack’in Tyler’ı bulmak için gittiği yerlerdeki tepkisini görüyoruz ve ‘-Tyler her gittiği yere bir şube açmış’ ifadesi kullanıyor. Jack’in kabul etmek istemediği yanlarının ortaya çıktığını bununda babasının yokluğunu komplexe dönüştürmesine bağlayabiliriz.
Film sonuna kadar Tyler Durden karakteri bize her daim iktidarı gücü temsil ederken, sonuçlarını kabul etmemiz imkansızlaşıyor. Jack’in yaşadığı güvensizlikle taban tabana zıt olan bu durum seyirciye farkındalık hissi uyandırarak son buluyor. Sadece seyirci mi kalacaksınız yoksa siz de içinizdeki farklı benlikleri ortaya çıkartmak için Tyler Durden’ı mı bekleyeceksiniz ?
İki filmi seçmemin sebebi modernizm içinde iki farklı eleştirel yapıtın nasıl da aynı kalıplarla ve düşünürlerin saptamalarıyla, dönemleri ne kadar farklı olsa da benzerliklerini ortaya çıkartabilmekti. Viridiana’nın başladığı değişim yolculuğunu Jack sonlandırarak bitiyor. İki filmde kullanılan teknik farklılıkların yanı sıra anlatımdaki değişimin başlangıcı ve sonun başlangıçı olarak görülüyor. Bunuel’in üzerinde durduğu burjuvazinin, David Fincher dünyasındaki yeri beyaz yakalıların egemenliği olarak gösteriliyor. Viridiana inancına bağlıyken yaşadıklarından dolayı inancını kaybederken, Tyler’ın ölümüyle kendi benliğine kavuşan Jack yaşamak için bir nedene tutunuyor. Kapitalizm içindeki çıkar ilişkisi birinde din adına yapılırken diğerinde materyaller ve şiddet üzerine kuruluyor. Oteritenin etkisi ve yokoluşu üzerine yoğunlaşan iki filmde, toplumsal açıdan eleştirel ve alaycı bir yaklaşımla seyirciye sunuluyor.
Sonuç olarak iki filminde dönemsel faktörleri ve modernizm kavramını çok iyi bir şekilde yansıttığını düşünüyorum. Bununla birlikte filmlerdeki alt metinlerin gündelik hayatta nasıl karşımıza çıktığını ve sinemanın bunu nasıl yansıttığını da görmek mümkün. İçerik olarak güncelliğini koruyan 1999 yapımı Fight Club ve 1961 yapımı Viridiana’nın benzerliklerini ve farklılıklarını incelemeye çalışmak benim için farklı bir deneyim oldu. Filmleri izlememiş olanlara tavsiye ederken, küçük detayların iki filmin de bütününü oluşturduğunu unutmadan izlemekte yarar var.
The Last Supper( Leonardo Da Vinci )
Viridiana (Luis Bunuel)ii
Fight Club ( David Fincher )
Kaynakça:
1 Keown, Dominic. 2005 Ocak, Toplum Bilim Avrupa Sineması Özel .Sayısı 18.İstanbul, syf: 122.
2 Keown, Dominic. 2005 Ocak, Toplum Bilim Avrupa Sineması Özel .Sayısı 18.İstanbul, syf: 122.
3 Berman, Marshall. 1994. Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor Modernite Deneyimi. Ü.Altuğ- B.Peker (Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları, syf: 46
4 Barkot, Zeynep Özen. 2010 Ekim. Altyazı Dergisi, David Fincher Suç Ortaklığından Oyunbozanlığa. Sayı: 99 İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi,syf 27
Tweetle