Never Let Me Go, Beni Asla Bırakma
Never Let Me Go, Beni Asla Bırakma
Beni Asla Bırakma filminde; Kazuo Ishiguro’nun aynı adlı romanından uyarlanan ve Mark Romenek tarafından beyaz perdeye aktarılan filmde; üç yakın arkadaşın kendilerine ait olmayan geçmiş ve gelecekleriyle yüzleşmelerini izliyoruz.
2010 yılında festival gösteriminden sonra sinema severlerle buluşan film, konusu ve anlatımıyla yeni gibi gözükse de aslında sinemayı yakından takip edenlere 1976 yılında yine bir kitap uyarlaması olan Logan’s Run filmini anımsatıyor.
Konusu itibariyle tasarlanmış hayatları, planlamış bir yaşamı, kapana kıstırılmış bir “yetimhaneyi” gördüğümüz filmde aslında yabancısı olmadığımız bir konu ve anlatımla karşılaşıyoruz. 2004 yılında gösterime giren ve yönetmenliğini Shyamalan’ın yaptığı The Villiage filminde olduğu gibi aşılamayan çitler, inandırılmış hayatlar ve bu hayatların ideoloji uğruna nasıl şekillendirildiğini görüyoruz. The Villiage filminden çok daha öncesine baktığımızdaysa George Orwell’ın romanından uyarlanan ve yönetmenliğini Michael Rodford’un yaptığı 1984 filmiyle karşılaşıyoruz.
Anlatım dili ve ideolojisiyle sosyal bilim kurgu özelliklerini taşıyan film; bir aşk hikayesinin arkasına saklanmış bir ideoloji eleştirisi. “Mikro Dünyalara” gönderme yapan filmde, Logan’s Run’da olduğu gibi; sınıflandırılmış insanlar ve daha üst sınıflara hizmet etmek için geçmişleri silinen, birey olarak kabul edilmeyen küçük bir topluğu temsil ediyor.
Çitlerle çevrili bir yetimhanede, çitlerin ardına kaçan topu almaktan korkan çocukların üzerinde kurulu kontrol mekanizması aynı 1984 filminde olduğu gibi, yüksek, sert ve kuralcı bir ses tonuyla yüksek bir kürsüden sağlanıyor. Bu defa kadın bir otorite gördüğümüz filmde, klonlanmış ve daha sonra üst sınıf insanlara organ bağışı için yetiştirilen çocuklardan kurallara sorgusuz ve sualsiz itaat etmeleri bekleniyor. Aynı saatte kaldırılan, bileklerindeki bilekliklerle sürekli kontrol altında tutulan çocuklar, yıllar geçmesine rağmen tüm kurallara uymaya devam ediyorlar. Gerçeklerle yüzleşmelerine rağmen bir kere bile sorgulamadıkları ve kabullendikleri hayattan tek kurtuluş yolunun aşklarını ispat etmek olduğunu anlayan Tommy (Garfield Andrew) ve Kathy (Carey Mulligon) aşklarının onları kurtarmaya yeterli olmayacağını anladıklarındaysa o güne değin uydukları kurallar yeniden itaat ederek, geçmişi ve geleceği olmayan insanlar olarak ölümü kabulleniyorlar.
Aradıkları kurtuluş yolunda yaptıkları resimlere sığınan ve o resimlerin kendi bilinç dışlarına ait bulgulara ulaşılmak için biriktirildiğini sanarak çaldıkları kapıda, aslında çizdikleri resimlerin onları insan yapan geçmişlerine ait olduğunu öğrendiklerinde yenilgiyi tamamen kabullenerek “başkaları için yaşanmış” hayatlarının sonuna yaklaştıklarını anlayıp çaresizce teslim oluyorlar.
Neredeyse tüm bilim kurgu filmlerinde “mutlu son”, ya da “insanlığın zaferinin” tam tersine bir yenilgiyle bitiyor film. Bir başkaldırının sonuçsuz kalmasıyla sosyal bir bilim kurgu örneği diyebileceğimiz film; başladığı çitlerin ardında yine bir çit önünde bir ölümü kabullenişle bitiyor. Umudu temsil eden yeşilliklere ve ufka rağmen, hiçbir zaman aşılması denenmemiş çitler içine mahkûmiyeti kabullenişle son buluyor. Yani sınıflandırılmış, “ötekileştirilmiş” insanların bir başka dünya (“sınıf”) için yok oluşuna şahitlik ediyoruz.
Kaynak: Roloff, Bernhard Roloff. 1995. Ütopik Sinema Bilim Kurgu Sinemasının Tarihi ve Mitolojisi. İstanbul: Yeni Alan Yayıncılık.
Tweetle