Kelebeğin Yarım Kalan Rüyası
İkinci dünya savaşı sırasında Zonguldak’ta geçen, kendi iç çatışmaları olan, şehrin de içten içe kaynadığını alt metinlerle anlatan bir film Kelebeğin Rüyası. Yılmaz Erdoğan’ın son filmi olan Kelebeğin Rüyası; üç yıllık uzun bir senaryo çalışmasının sonucu olarak geçen hafta vizyona girdi.
Zonguldak’ta bir lisede edebiyat öğretmenliği yapan Behçet Necatigil ile çalışma ve onun öğrencisi olma şansı bulan genç yaşta kimine göre veremden kimine göre ise topluma ayak uyduramamaktan ölen şairlerin hikayesini anlatan bir film. Rüştü Onur (Mert Fırat) ile Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) şiire gönül vermiş, bu yüzden de hayatlarında birçok şey yarım kalmış ya da hiç tam olmamış iki şairdir. Dönemin memuriyet hayatını oldukça eleştiren ve işçi sınıfı ile patronlarının yaşamlarına dair de derin göndermeler taşıyan filmin belki de temel sorunu Mükellefiyet kanunudur.
Umumi Hüküm olarak 1939 yılında Milli Müdaffa Mükellefiyeti Kanunu olarak yürürlüğe giren kanunun birinci maddesinde belirtilen esas şu şekildedir; “ (Değişik fıkra: 28/06/2001 - 4701 S.K./1. md.) Seferberlik ve savaş hali ile bu hallerin henüz ilan edilmemiş olduğu ancak savaşı gerektirebilecek bir durumun meydana geldiği gerginlik ve kriz dönemlerinde yapılacak seferberlik hazırlıkları ile kıtaların toplanması esnasında, alelade vasıtalarla temin edilemeyen bütün askeri ihtiyaçları veya hizmetleri bu Kanun hükümleri dairesinde vermeye veya yapmaya her şahıs borçludur.” Aynı kanununda ikinci madde olarak işin tatbiki hakkında şu şekilde bilgi verilmektedir; “ Milli Müdafaa mükellefiyetinin halkın kabiliyeti ve mevcut membaları ile mütenasip olarak tatbikı şarttır. 15 yaşından aşağı, 65 yaşından yukarı ve malül ve sıhhati muhtel olanlarla bakıma muhtaç çocuğu olan ve gebe bulunan kadınlar şahsi mükellefiyete tabi tutulmazlar.*
Bu kanuna göre dönemin şartları doğrultusunda ülkenin her yerinde, yaş aralığına uygun özellikler gösteren herkes milli mücadele uğruna üstlerinde düşen görevleri yapmakla görevlidir. Bu durum onlarında geleceğini muhafaza ve müdafaa için gerekli ve hayatidir. Filmde bu kanun ile birlikte Zonguldak halkı oldukça güç koşullarda çalışmaya zorlanmakta ve bunun karşısında da duramamaktadır. Özellikle askerlerin bu duruma olan müdahalesi şiddetle ve onur kırıcı bir tavırla gösterilmekte ve sunulmaktadır. Bu durum hem öncesinde Atatürk dönemini hem de İsmet İnönü dönemini sorgulamakta ve halkın refahının istenilen düzeyin çok altında olduğunu gösterilmektedir. Aynı şekilde gelir eşitsizliğinin de AYNEN günümüzde olduğu gibi altı çizilmekte ve “millet yiyecek yemek bulamazken, sen dondurma yok diye sızlanmayacaksın” dimi gibi cümlelerle de ifade edilmektedir.
Filmde her ne kadar oyuncuların performansları ve şiirsel anlatımı ile oldukça iyi olan sinematografisi ön plana çıkıyor olsa da barındırdığı iç hesaplaşma son derece aşikârdır. Bu anlamda da filmin yönetmenine eleştiride bulunmak oldukça yanlış olur. Çünkü filmler zaten her zaman yönetmenin sancılarını barındırır. Bu yüzden yönetmenler filmleri ile anılır çünkü filmler yönetmenlerin söylediği sözlere birer alt yazıdır. O yüzdendir ki filmler ideolojik olmadıklarını iddia etseler dahi ideolojiktir ve keskin olmasa dahi bir bakış açısına sahiptir.
Bu filmde de güçlü iki hikaye üzerine sağlam bir sinematografi oturtulmuş ve iyi bir yapıt ortaya çıkmıştır. Genel hatlarıyla iyi diyebileceğimiz film için, kendi siyasi bakış açısını neredeyse her sahneye ve cümleye bir alt metin olarak işleyen yönetmeni bir kenara koyarsak günümüz sineması adına şiirsel bir anlatımı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak iki ana karakter ile yola çıktığı için her iki hikayeye de aynı eşitlikte duramamıştır. Bu yüzden de iki hikaye de sığ kalmış ve oyunculuklarla sona taşınmıştır. Özelikle Necatigil’in şiirsel söylemleri ile daha ön plana çıkıp “mentor” figürü olarak bir anlatıcı vasfı da olsaydı çok daha güçlü bir anlatıma sahip olurdur. Fakat filmin dönüm noktalarının yumuşak geçişleri her ikici perdeden sonra her saniye bitecekmiş etkisi vermekte ve beklentileri yormaktadır.
Gerçek hayatlarına uygun bir son ile mutsuz biten filmin belki de şiirden sonraki en güzel yanı görüntüleri. Şiirsel anlatıma son derece uygun çerçeveler ve kadrajlar kullanılan filmde; doğanın renkleri ile kostümlerin tezatlığı her planda ayrı bir güzellik katmakta. Özellikle Belçim Bilgin’in oynadığı Suzan karakterinin her durumda yeni bir duygu ifadesi taşıyan kostümleri son derece başarılı.
Sonuç olarak sahip olduğu ideoloji açısından eleştiriler ve tartışmalar ile karşılaşacağını tahmin ettiğim filmin sinematografisi için gerçekten şiirsel olmuş diyebiliriz. Renklerin kullanımı, kameranın hareketleri, çekim planları hepsi birer fotoğraf karesi gibi çekilmiş. Bu yüzden son dönemde çekilmiş popüler Türk sinemasın örneklerinde iyiler arasına girebilecek bir film olduğu görüşündeyim.
İyi seyirler…
Kaynakça
http://www.siyad.org/article.php?id=7254
http://kelebeginruyasifilm.com/
*http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/793.html
Gianvito, John, 2006. Şiirsel Sinema; Andrey Tarkovski. İstanbul: Agora Kitaplığı
Tweetle