Modern Klasik, Uç Uyarlama: Anna Karenina
Edebiyat uyarlamalarının sıklıkla yer bulduğu 2012’nin sonlarına doğru vizyonda yer bulan Anna Karenina, Türkiye’deki galasını 15. Randevu Film Festivalinde, hak ettiği gibi büyük bir perdede yapmasından bir sure sonra sinemalarda da gösterime girdi. Defalarca uyarlanmış dev bir Rus klasiğini devralan Joe Wright, İngiliz sinemasına kazandırdığı Atonement (2007) ve Pride and Prejudice (2005) gibi başarılı edebiyat uyarlamaları ile seyircisine kendini ispat etmişti. Çok şeyi, uzun uzun anlatan, betimlemeleriyle ve verdiği mesajlarla dev bir klasik haline gelmiş bir Rus edebiyatı örneğini sinemaya aktarıpta seyirciyi tatmin etmek ise o kadar kolay değil. Anna Karenina’nın defalarca sinemaya aktarılmış bir eser olmasına karşın hala dillerden düşmeyen ders niteliğinde bir uyarlama yapılamamış. Wright ise uyarlama bayrağını devralırken yönetmenliğin gerektirdiği bir risk aldı ve filmi bambaşka bir hale sokarak, seyircisine uç bir uyarlama sundu.
Telif hakkının söz konusu olmadığı bir uyarlama olduğu için, seneryoyu devralan oyun yazarı Tom Stoppard tüm düzenin bir sahne üzerine kurulduğu bir senaryo yazmış. Set katmanlı bir oyun sahnesi şeklinde kurulmuş, dekorlar gidip geliyor ve kendinizi bir tren istasyonunda, hipodromda, opera salonunda yada bir asilin malikanesinde bulabiliyorsunuz. Dışarı çıkmak, sahneden aşağıya inmekle gerçekleşiyor Işıklandırmanın yapıldığı bir üst sahne karakterlerimizin geçtiği dış mekanlar haline geliyor. Dans koreografilerinden ışıklanmaya herşey, filmi kameraya alınmış bir oyun olarak görmemizi mümkün kılıyor. Mekan yaratımını mükemmel kılan başarılı dekorlar yoruma büyük bir görkem katıyor. Akademininde farkettiği üzere ödüle layık bir sanat yönetimi söz konusu. Oscar heykelciğini birçok dalda kucaklayacak olan Life of Pi’ye ‘’En İyi Sinematografi’’ ödülünü kaptırma ihtimaline rağmen , ‘’En İyi Sanat Yönetimi’’ söz konusu olduğunda Anna Karenina iddialı bir rakip.
Işıkları ve gölgeleri kendine dost bilen film, yeri geliyor karakterlerini dondurabiliyor. Vronsky ve Anna’nın vals sahnesinde çevresindeki insanları dondurararak bir yabancılaştırma efekti yaratılması ilişkilerinin tutkusu söz konusu olduğunda bir başlarınaymış ve yeryüzünde onlardan başka kimse yokmuş gibi hissettikleri mesajını verebiliyor. Bu yabancılaştırma efektinden, toplumun gözü önünde oldukları ve hareketlerinin çevrelerince göze battığı şeklinde bir okuma yapmak ise genel olarak düşünüldüğünde çok daha mantıklı. İkisinin birlikte olduğu sahnelerden birinde nefes alıp verişlerle, raylardaki trenin freninin çıkardığı ahenkli gürültü ile tutkuyu ve yasak bir ilişkinin getirdiği gerginliği başarılı bir ses kullanımıyla güçlendiriyor. Teatralliğin ve ses kullanımının üst düzeye çıktığı bu iki sahne ile birlikte bir başka kayda değer planda Stiva’nın ofisinde geçen sahnelerin kordineliği ve müzikalite değerinden geliyor. Stiva’nın ilerleyişiyle saygı duruşuna kalkan işçilerin, vurdukları mühürede uyumlu bir tempoyla, patronları geçince işlerine devam etmesinin ardından , işçileriyle birlikte tırpan sallayan Levin ‘i karşılamak için farklı bir kostüme bürünmesi ile hiyerarşiyi sembolize eden birkaç ayrıntı veriliyor. Peşi sıra yaptıkları evrak işleri/çiftçilik sohbeti ile ise kapitalist ve sosyalist rejimlere değiniliyor.
Bu değinmelere rağmen film kitaptaki sosyal ve psikolojik incelemeleri vermekte yeterli olamıyor. Ne Anna ve Vronsky’nin ilişkisinin aşamalarında bir derinlik veriliyor, ne de diğer ilişkilerin üzerinde yeterince duruluyor. Film, ilk yarısında anlatacağını fazla hızlı bir şekilde aktarıyor. Bu ise karakterlerin ve hikayelerin derinliğini vermek konusunda tüm anlatıyı başarısız kılıyor. Anna’nın evliliğinden ve çocuğundan vazgeçecek kadar yoğun bir tutkuya sahip olduğunu göremiyoruz. ‘Neden başladı bu tutku?’’ diye soracak olduğumuzda ,Vronsky’nin Anna’ya verdiği ‘’Aşka neden diye soramazsın.’’ cevabı ile idare etmek zorunda kalıyoruz. Cevabın kimseyi tatmin etmediğiyse gayet açık.
Greta Garbo’nun Karenina’yı canlandırdığı mutlu sonla biten Amerikan versiyonun aksine romana uyan bir şekilde film sonlanıyor. Herşeyin aşırı görkemli anlatıldığı filmde sergilenen estetik anlayışını bozmak istememiş olsalar gerek rayların üzerine atlayan Anna’yı ezen tren yalnızca yüzünde basit bir çizik bırakıyor(!) . Anna’nın karanlık ve ani bir o kadarda basitleştirilmiş filmin renklerinin ve enerjisinin altında kalırken , bu sahnede bir tuğlanın düşmesinin verebileceği kadar heyecan veriyor ve kitaba adını veren karakter son anlarda çöp oluyor. Karakterlerin son durumlarını gösteren sekanslar Anna’nın ölümünün bıraktığı izi yansıtamıyor ve görkemli Anna Karenina’yı hatırlanmayan, umursanmayan bir karakter haline geliyor. Bu sekanslarda Vronsky gibi önemli bir karakterin durumunun gösterilmemeside finali eksik bırakıyor. Joe Wright filme getirdiği yorumda üsluba o kadar özen gösteriyor ki, anlatıyı bir kenara itiyor. Çoğu uyarlamanın başına gelen bu filminde başına geliyor ve film derdini anlatamıyor.
Keira Knightley’in bazı kesimlerce kötü bulunan oyunculuğunu, Knightley’in sürekli dönem filmlerinde benzer rolleri canlandırmasının oluşturduğu etkiye bağlayabiliriz. Lakin bu abartılı jestler kullanarak seyirciyi huzursuz eden bir oyunculuk sergilediği gerçeğini görmezden gelmekte olabilir. Şüphesiz aktrist, yine Wright’ın yönettiği Atonement ‘de kariyerinin en iyi performansını sergilemişti ve bir dahada o performansı görebilecek değilir. Nowhere Boy’da John Lennon’ı canlandırarak geniş bir kitlenin hafızasına kazınan Aaron Taylor-Johnson’ın performansını sıradan olarak nitelendirmek mümkün. Karenin’i canlandıran Jude Law ise rolünün hakkını veriyor. Pride & Prejudice’de Mr. Darcy rolüyle hatırladığımız ve bu filmde de Stiva’yı canlandıran Matthew Macfadyen’de az sahnesine rağmen filmin en başarılı performansını sergiliyor.
Filmin en ağır topu ise Dario Marianelli’nin ellerinden çıkmış müzikleri. V for Vendetta ve Jane Eyre gibi filmlerde çalışan besteci, Wright’ın tüm filmlerine besteleriyle görkem kattı. Atonement için yaptığı bestelerle 2007’de Oscar heykelciğini kucaklayan besteci, bu yılda Anna Karenina için yaptığı bestelerle tekrar aynı dala aday oldu. Ödülü kazanmayısa fazlasıyla hak ediyor.
Müziğiyle, sanat yönetimiyle müzik kutusundan fırlamış bu film, sinemanın olanaklarını çok iyi değerlendiriyor. Edebiyat, tiyatro, müzik gibi sanatları beyazperdede bir araya getirirken uyarlamanın ruhuna yepyeni bir nefes katıyor. Her ne kadar içerik açısından sorunlar olsada, yoğun ve ciddi bir çabayla çekilmiş bir film ile karşı karşıyayız. Senenin en iyi filmi değil lakin Anna Karenina uyarlamaları arasında şimdiden en başarılarından biri olarak değerlendirilmeye başladı bile. Yüksek tempolu ve başarılı sahne geçişleri ile göze batan filmi, yönetmenin filmografisinde ise Atonement’in hemen ardına ekleyebiliriz. Baz Luhrmann Romeo+Juliet (1996) ile bir klasiğe modern bir yorum getirmişti. Joe Wright’da uyarlamada uç noktalara gidebilme cesareti ile sinemada edebiyat uyarlamalarına yeni bir soluk getiriyor olabilir.
Tweetle