Beklenmedik Yolculuk, Beklenen Film: 'The Hobbit' Üzerine Tamamen Kişisel Bir Yazı
Herkesin hayal meyal hatırladığı bir çocukluk kahramanı vardır. Külkedisi, He-Man gibi klişelerden farklı olarak benim en çok özendiğim kahraman J. R. R. Tolkien adında bir edebiyat profesörünün kaleme almış olduğu The Hobbit romanının keyfine düşkün, “topraktaki bir delikte” yaşayan ana karakteriydi: Bilbo Baggins. Kitabı bitirir bitirmez Frodo’nun kendini amcası Bilbo’nun maceralarında hayal etmesi gibi ben de trollerle konuşuyor, altın meraklısı ejderhalarla savaşıyordum. Yıllar sonra kitabın aynı isimli 1977 yapımı animasyon uyarlamasını keşfedip izlediğim günden beri “gerçek” bir film uyarlamasını bekliyordum.
Ta ki yeni bir sinema adaptasyonunun yapılacağı duyurulana kadar. Nitekim The Lord of the Rings üçlemesinin ilk kısmı The Fellowship of the Ring’in vizyona girmesinin üzerinden tam on yıl geçmişti ve Orta Dünya’yı beyaz perdede bir kez daha görmek dünyalar demekti benim için.
Bir “Tolkienite” olarak filmi bu kadar heyecanla beklememin bir diğer sebebi belki de çekimine başlanmadan patlak veren ve ona kavuşmamı geciktiren sorunlardı. Zira romanın telif haklarının yenilenmesi gerektiğinden film adaptasyonunun yapılıp yapılmayacağı bile kesin değildi. Bu pürüz halledildikten sonra filmin çekimlerinin Rings üçlemesine de ev sahipliği yapan Yeni Zelanda’da yapılmayacağı yönünde haberler geldi. Bunların üzerine filmi yönetmeyi kabul eden El laberinto del fauno (2006) filmiyle tanınan Guillermo del Toro projeyi bıraktı ve film bir süre sahipsiz kalmış oldu. Neyse ki Peter Jackson aslında en başta yapması gerekeni yaparak filmin yönetmenliğini üstlendi – ki çok daha iyi oldu, çünkü Jackson hiç de yabancısı olmadığı Tolkien evrenini herhangi bir yönetmene kıyasla rahatlıkla tekrar yaratabilirdi.
Bu noktada üçlemenin ilk kısmını Rings üçlemesiyle karşılaştırmak kaçınılmaz elbette. Fakat bunu yaparken The Hobbit’in Tolkien’ın aslında torunları için yazdığı bir çocuk romanı olduğunu ve Rings’e göre çok da karışık olmayan bir hikayeye dayandığını hatırlamakta fayda var. Zaten Tolkien da bu romanın devamının geleceğini kendisi de bilmiyormuş yazmaya başladığında. Rings serisindeki olaylar aslında daha yakın bir zamanda gerçekleşiyor ve Tek Yüzük’ün Bilbo’nun eline nasıl ulaştığını ve üçlemede ara ara bahsi geçen maceralarını konu ediyor. Zaten filmin ilk dakikalarında çok tanıdık bir dünya ile karşılaşıyoruz. The Fellowship of the Ring’de de filmi başlatan Bilbo ve Frodo’nun meşhur doğum günü partisinin hemen öncesinde buluyoruz kendimizi. Bu sahneler kitapları okumamış olanlar için filmleri birbirine bağlamada yardımcı olacaktır. Bende ise eski dostlarımı görmüş ve çok tanıdık bir dünyaya girmiş hissi yarattı, zira Hobbiton ve Rivendell setleri üçlemedekiyle aynı. Beyaz perdede ilk kez – 1977 versiyonu haricinde - gördüğümüz cüceler diyarı Erebor’u ise hemen benimsedim ve yeni cüce arkadaşlar edindim!
The Hobbit ve üçleme arasındaki en büyük fark ise tonları. The Hobbit daha yumuşak, komedi unsuru ön planda olan bir roman – ki bu mizah filme de başarılı bir biçimde yansıtılmış. Rings üçlemesi ise oldukça ağır ve karanlık bir havaya sahipti. Üçlemeye hikayesi gereği iyi ve kötü arasındaki mücadele, dünyanın sonu gibi temalar hakimdi. The Hobbit’te ise değerli taş zaafı olan Ejderha Smaug tarafından memleketlerinden sürülen cücelerin ülkeleri Erebor’u geri alma mücadeleri söz konusu. Bu nedenle filmi “hafif” olarak değerlendirmek haksızlık olur.
The Hobbit’in kısa bir roman olması kitaptaki olayların neredeyse tamamının senaryoya aktarılması avantajını da beraberinde getirmiş. Hatırlarsınız, Rings’te kitaplardaki birçok karakterin ve bölümün filmlere taşınmaması tepkiyle karşılanmıştı. Bunda tabii ki serinin uzun olmasının ve üç uzun filme bile her şeyi sığdırmanın zorluğunun payı büyük. The Hobbit’in üçleme olarak çekilmesi kararı ise ortalığı birbirine karıştırmıştı. Malumunuz, kısa bir kitap ve üç film için yeterince malzeme çıkmayacağı, franchise’dan daha fazla kazanmak amacıyla yapıldığı iddiaları öne sürüldü. Lakin Jackson’ın Rings üçlemesinin ek kısımlarındaki bilgileri de kullanacaklarını açıklaması herkesi biraz da olsa sakinleştirdi.
Filmin konuşulan özelliklerinden biri sinema dünyasına getirdiği 48fps (saniyede 48 kare) teknolojisi. Her ne kadar filmi Türkiye’de bu formatta izleyemesek de ileride daha çok filmde kullanılacağını ve Türk sinemalarının da bu gelişmeye ayak uyduracağını umuyorum. En azından James Cameron’ın gelecek filmlerini bu formatta çekeceğini biliyoruz.
Tweetle